Cover of Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
Already a subscriber? - Login here
Not yet a subscriber? - Subscribe here

Displaying: 1-20 of 117 documents


1. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Çiğdem Yazici Aristoteles’te İyi Yaşam, Kendine Yeterlilik ve Kölelik
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Aristoteles’in iyi yaşam felsefesi onun siyaset felsefesinde önemli bir yere sahipken, kölelik anlayışıyla çok ilişkili olarak incelenmez. Oysa kölelik anlayışının yakından incelenmesi, onun iyi yaşamı mümkün kılacak bir siyasi yapı olarak kent-devlet teorisinde kilit rol oynadığını gösterir. Politika’da en iyi yaşam olarak gördüğü teorik yaşamı mümkün kılabilmek için kurumsal olarak köleliği adil gösteren bir savunma geliştirir. Bu savunmada kullandığı gerekçelerin odak noktası “kendine yeterliliktir”. Buna göre hem muhakemede hem kendini yönetmede kendi kendisine yeten kişi özgür ve “tam insan” olmuştur, yetemeyen ise yönetilmeye ve köleliğe uygun dolayısıyla “tam olmamış veya tamamlanmamış insandır”. Bu sebeple, makale ilkin iyi yaşamın, ikinci olarak siyasi devlet yaşamının, üçüncü olarak da köleliğin ve özgürlüğün “kendine yeterlilik” ile ilişkisine odaklanarak eleştirel bir inceleme sunar. Bu sayede, Aristoteles’te önceden varsayılan bir doğal kölelik anlayışı olmadığını; mutluluk ve siyasi yaşam ilişkisi adına kurumsal olarak köleliğin gerekliliğini savunduktan sonra, köleliği adil gösterebilmek için zor kullanımı gerektirmeyen “doğal” kölelik anlayışını bilhassa geliştirdiğini görebiliriz. Dahası belli etnik halkların karakter özelliklerine göre köleliğe doğal olarak uygun oldukları fikrini de bu düşüncenin ardından geliştirir. Sonuçta, Aristoteles’in kölelik anlayışındaki etnik ayrımların biyolojik temelli özcü bir ırkçılık ile yapılmasa da insanlığının tam olması için kendi kendine yetmesi beklenen normatif bir insan anlayışıyla yapıldığını söyleyebiliriz.
2. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Soner Soysal David Hume’un Beğeni Standardı II: Kaynak, İdeal Eleştirmenler ve Standard
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu çalışma, David Hume’un beğeninin bir standardı olduğu iddiasına yönelik incelememin ikinci aşamasıdır. Böyle bir incelemeye başlamamın nedeni, çalışmanın birinci aşamasının başından da söylediğim gibi, açık bir şekilde görülen beğeni farklılıklarına rağmen, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştiren deneyci bir filozof olan David Hume’un beğeninin bir standardı olduğunu iddia etmesidir. Deneyci bir filozof olduğu için, Hume’un bu standardı a priori ya da doğuştan idelere dayandırma olanağı yoktur. Diğer taraftan, Hume, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştirerek, deneyimden tüm insanlar için bir ölçüt olabilecek kesinlikte bir bilgi ya da standart üretmenin olanağını neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. İncelemenin birinci aşaması olan “David Hume’un Beğeni Standardı I: Farklılıklar ve Standart” başlıklı makalede, Hume’un beğeni farklılıklarına rağmen nasıl olup da bir beğeni standardı olduğunu iddia ettiğini ele almıştım. İncelememin ikinci aşaması olan bu çalışmada ise, Hume’un beğeni standardının sanat eserlerinin bazı nitelikleriyle insan zihninin doğal yapısı arasındaki bir uyuşmadan kaynaklandığı iddiasını ve bu standardı belirli niteliklere sahip ideal eleştirmenler üzerinden nasıl açıkladığını ele alıp, Hume’un beğeni standardı tartışmasının genel bir değerlendirmesini yapacağım.
3. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Çağlar Karaca Schrödinger’in Yaşam Nedir? Kitabı, Gen-Merkezcilik ve Biyolojik Organizasyon
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu makalede, Erwin Schrödinger’in kuramsal biyolojiye önemli bir katkıda bulunan Yaşam Nedir? adlı kitabındaki fikirlerini ve bu kitabın da etkisiyle gelişen gen-merkezci yaklaşımı eleştirel olarak değerlendirmeyi amaçlıyorum. Schrödinger’in canlılık konusundaki entelektüel mirasının tartışmaya açılması moleküler biyolojinin yaşam bilimlerinde hakim hale gelişinin ve yaşamın organizasyona dayalı temelinin anlaşılması açısından özel bir önem taşıyor. Yayınlandığından beri biyoloji felsefesinde önemli tartışmaları beraberinde getiren Yaşam Nedir? kitabı, yaşamı termodinamiğin yasaları doğrultusunda ele alması açısından biyolojide organizasyonu vurgular. Bununla birlikte Schrödinger’in canlılığın kodu olarak tasavvur ettiği aperiyodik kristal kavramı gen-merkezciliği destekleyen öncül fikirleri barındırmaktadır. Schrödinger, canlı varlıkların doğadaki entropi artışı eğilimiyle baş etmesi gereken nitelikte olması gerektiğini savundu ve bu görüş, canlılığa dair temel bir ilke olarak yaygın kabul gördü. Schrödinger’in yaşamın düzenliliğini mikro düzeyde aperiyodik kristal hipotezi ile açıklama girişimi ise nispeten daha tartışmalıdır. Makalede, bu tartışmalı konuları aydınlatmak amacıyla Schrödinger ve ardından gelişen gen-merkezci yaklaşımlara yönelik eleştirileri ele alıyorum. Ardından, gen-merkezciliğin sınırlılıklarına karşı yaşamın organizasyonunun organizma seviyesinde ele alınması değerlendiriyorum. Bu görüş, Kant’ın self-organizasyon kavramıyla tanımladığı, parça-bütün ilişkilerindeki karşılıklılığı temel alır. Son olarak, yaşamın organizasyonuna dair felsefî yaklaşımları ve entropinin buradaki rolünü tartışıyorum. Organizma düzeyinde ve organizma-çevre ilişkisindeki çoklu etmenlerin geri-besleme ilişkilerine dayanan ağ yapısı, gen-merkezciliğin indirgemeci yaklaşımına karşı kapsayıcı bir alternatif sunmaktadır.
4. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Celal Yeşilçayir Farabi’nin Eğitim Felsefesi Bağlamında Din ve Felsefeyi Konumlandırışı
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Antik Yunan Felsefesi ile İslam dini arasında sentez inşa etmeye çalışan Farabi, sonraki dönemlere oldukça zengin bir düşünsel miras bırakmıştır. Onun düşünsel mirası bağlamında eğitimle ilgili kaleme aldığı düşüncelerin de önemli bir payının olduğu anlaşılmaktadır. Onun eğitim felsefesi, siyaset ve ahlak anlayışları ile yakın bir ilişki içinde olmakla birlikte bu alanda belirgin bir biçimde karşımıza çıkan iki unsur din ile felsefedir. Böylelikle onun, söz konusu sentezci yönteme eğitimle ilgili düşünceleri çerçevesinde de başvurduğu ortaya çıkmaktadır. Elinizdeki çalışmada Farabi’nin din ve felsefeyi eğitim alanında nasıl konumlandırdığının ele alınıp, irdelenmesi amaçlanmaktadır. Bu bağlamda toplumun birliğini sağlama ve insanların yetkinleşmesi sürecinde din ile felsefeye yüklenen anlamlar serimlenmektedir. Son tahlilde ise onun eğitim felsefesinde din ile felsefenin kendi aralarında nasıl ilişkilendirildiğinin ve derecelendirildiğinin de tartışılması amaçlanmaktadır.
5. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Pınar Türkmen Birlik Taylor’ın Liberal Anlayışında Ahlak, Dil ve Politika Teorilerinin Etkileşim Noktaları Üzerine Bir Değerlendirme
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Charles Taylor, içinde yaşadığı kültürün ve genel anlamda Batı dünyasının yaşadığı sorunları, ortaya koyduğu liberal politika anlayışı kapsamında çözüme ulaştırmaya çalışan önemli bir yirminci yüzyıl düşünürüdür. Politika felsefesinin yerini politika yapma eğilimine bıraktığı yirminci yüzyılda, Taylor ortaya koyduğu anlayış ile bu eğilimden kendini ayırır. Ona göre, yaşadığı çağın sorunlarının üstesinden gelebilmek için ortaya konulan tezlerin ahlaki bir motivasyona da sahip olması gerekir. Dolayısıyla Taylor için yapılması gereken şey, modernitenin insan doğasında birtakım ahlaki sezgilerin varolduğu tezine geri dönmek ve dilin dolayımında kendini bulan insanı, ahlaki bir varlık olarak düşünmektir. Taylor’a göre, dili kullanarak kendini ve içinde bulunduğu durumu yorumlayan bir hayvan olarak insan, pratik aklın yol göstericiliğinde, sahip olduğu ahlaki sezgilerden hareketle, yönünü bulmaya ve yaşadığı bu süreci ifade eden kendi anlatısını oluşturmaya çalışır. Taylor’ın arzu ettiği liberal toplumun yapı taşını oluşturacak olan bu birey, ahlaki alanda yolunu, ahlaki sezgilerinden hareketle keşfettiği “iyi” anlayışı ile belirler. Bu “iyi” anlayışı temelde dilin dolayımında kendini gösteren “hermeneutik döngü” anlayışı ve insan doğasının diyalojik karakteri kapsamında kendini gösterir. Kişi hermeneutik döngü sayesinde, hem kendi iyisini hem de içinde yaşadığı toplumun iyisini kavrayan, bu iyiyi yeniden yorumlayabilen bir benlik anlayışına sahip olur. Böylece Taylor’da dilin dolayımında, kişinin ahlaki olarak sahip olduğu kendi “iyi” anlayışı ile ilişkilerinin yönünü belirleyen “kamusal iyi” anlayışı içiçe geçmiş olur. Bu bağlamda çalışmamız, Taylor’ın anlayışında ahlak, dil ve politika üçlüsünün birbirleriyle temasta olduğu bu noktaları göstermeyi ve onların birbirleri ile nasıl bir ilişki kurduğunu serimlemeyi amaçlamaktadır.
6. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Neslihan Doğan İki Farklı Evren Tasarımı: Platon ve Aristoteles’te Bilim
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bilme ediniminin kendisi ile eş güdümlü bir biçimde ilerleyen ve kapsamlı bir sorgulamayı içerisinde barındıran bilim, köklü bir anlama ve anlamlandırma etkinliğidir. Özünde dış dünyanın niceliksel ve niteliksel olgularını açıklama amacında olan bu etkinlik, tarihsel olarak da oldukça eskiye dayanmaktadır. Özellikle “doğa nedir?” sorusuyla başlayan ancak günümüzde evrenin daha tikel ve özel olgularını arayan bu uğraş, gerçekte konusunun veya nesnesinin hep aynı kaldığı bir sorgulamadır. Öyle ki, “doğada bulunan hareketliliğin ardında değişmeden kalan, daimi bir neden bulunabilir mi?” sorusuyla bu etkinliğe yaklaşan Platon ve Aristoteles, farklı iki temellendirmeyle evren tasarımlarını oluşturmuşlardır. Bu çalışmanın amacı ise doğa ve evren bilimi konusunun, Platon’da idealar kuramı; Aristoteles’te ise madde-form düşüncesi kapsamında açıklanması ve anlamlandırılmasıdır. Bu nedenle bakılan ilk çerçeve, benimsenen bu iki farklı bakış açısının, onların bilim anlayışları üzerine olan etkisini açıklamaktır. İkinci çerçeve ise bilim anlayışlarındaki konu, nesne ve yöntem tercihlerinin, doğa bilimi ve evren tasarımlarına nasıl yansıdığını ortaya koymaktır.
7. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Fahrettin Taşkin Aristoteles ve Badiou'de Devlet ve Adalet
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu yazıda Aristoteles ve Badiou’nün devlet ve adalet kavramlarını karşılaştırarak (iki bin yıldan uzun bir sürede) söz konusu kavramların nasıl bir değişim geçirdiğini genel çizgileriyle saptamaya ve bu değişimden hareketle adalet ve devlet kavramları üzerinde tekrar düşünmeye çalıştık. Kuşkusuz çok farklı dönemlerde yaşamış olup fikirleri arasında birçok ortaklık bulunabilecek başka filozoflar seçilebilirdi. Başka düşünürlerin değil de Aristoteles ve Badiou’nün bu kavramlarla ilgili görüşlerini karşılaştırmamızın sebebi, sadece yaşadıkları dönemlerin değil, ayrıca konu hakkındaki görüşlerinin de birbirinden oldukça farklı olmasıdır. Bu farklılık, etiğin daha sahih bir soruşturmasını yapma olanağını verecektir. Buradan çıkan sonuçlar, belli bir adalet tanımına veya etiğe bağlı kalınmaması gerektiğini ortaya çıkarabilir. Ancak burada asıl üzerinde durulmak istenen, etiğin hiçbir vakit temellendirilemeyeceği değil, temellendirmek için kendilerinden hareket edilmiş aksiyomların doğruluğunu tartışmaktır. Nihayetinde bu temelin insanın akıllı bir varlık olması kabulüne dayandığını ve onun bu özelliğiyle diğer tüm canlılardan koparıldığını ileri sürerek, etiğin ancak onun dünyayla bağı gerçekleştirildiğinde mümkün olabileceğini savunacağız.
8. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Çiğdem Yildizdöken Attika Tragedyası ve Felsefe
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Attika topraklarında boy gösteren tragedyalar beslendiği Atina demokratia’sından daha uzun yaşayıp Akropolis’in politik, etik ve ontolojik-egzistansiyal bağlamda sözcüsü olarak klasik Yunan sanatının temelini oluşturmuştur. Bu klasik sanat, insanın hem kendi ne’liğini bulmasında hem de polis’in kendini tanıması ve müdafaasında gerekli unsurları her bir yurttaşa (polites) temin ederek “düşünme”nin yeniden düşünülmesine olanak vermiştir. Kökeni dramalarda temellenen bu “düşünme” physis ve yazılı hukuku, ahlaki değerleri, kültürü de içine alan nomos arasındaki çatışmayı gözler önüne sererken bu çatışmanın üstesinden nasıl gelineceğine dair ulaşılabilecek uzlaşının ne olduğu hususunda da araştırmaya koyulmuştur. Açığa çıkan araştırmada dağ yamacında konumlanan tiyatro sahnesinde (skene) beliren tragedyanın yanında yer alan philosophia olay hallerinin ötesinde tragedyadaki “hakikat” arayışına odaklanmıştır. Bu noktada tragedyada görünür olan hakikat, “acının bilgeliği”nin çağrısına kulak kesilerek yeni dünyanın eski dünya karşısındaki çatışmasında tüm karşıt fenomenleri ile yeniden düşünmeye bizi davet etmektedir. Düşünülen, eski dünyanın physis’inin ananke’si (η αναγκη) karşısında yeni dünyanın anankesidir. Trajik olan tam da bu karşılaşmada kendini ele vermektedir. Görmek-körlük arasında başlayan bu trajik oluş bizi, üstesinden gelmek isteyeceğimiz bir o kadar da vazgeçemeyeceğimiz ve tüm bunlara rağmen daha “yüce”sini isteme doğrultusunda paradoksallığın iyimser kaldığı bir alana sürükleyecektir. Bu bir sürükleyiştir; çünkü çekilen ızdıraplar artık duygu durumu olmaktan çıkarak acısını logos’un huzursuzluğunda açığa çıkarmaktadır. Bu bağlamda düşünmenin huzursuzluğunda gün ışığına çıkan tragedyaya ilişkin ele aldığımız çalışmamız bizi, dramalarla başlayan tragedyanın kaynağının ne olduğuna yönelik soruşturmaya ve tragedyadan felsefi alana geçişe imkân veren öğelerin ne olduğu konusunda araştırmaya götürmektedir. Bu nedenle çalışmamız, trajik düşünmenin görülenmesi uğruna tragedyanın kaynağına inerek felsefede neler olup bittiği üç büyük tragedya ozanını (Aiskhylos, Sophokles, Euripides) göz önünde bulundurmak suretiyle düşüncenin felsefi öğelerini araştırmayı amaçlamaktadır.
9. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Arman Besler Port-Royal Mantığı’nda Tasımsal Geçerliliğin Saptanışı
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Antoine Arnauld ile Pierre Nicole’ün Mantık veya Düşünme Sanatı – daha iyi bilinen takma adıyla Port-Royal Mantığı – kitabı, geleneksel terim mantığının gelişim tarihinde en az iki bakımdan önemli bir aşamayı temsil etmektedir. Birincisi, bu kitap, “eski” mantığı, René Descartes’ın bilgi ve varlık anlayışınca belirlenmiş olan modern felsefeye ayarlı hale getirmekte ve sonraki dönemlerin mantıkçıları için terim mantığının terminolojisini bir dereceye kadar yeniden tanımlamaktadır. (Terminolojiyle ilgili nokta, en belirgin olarak Immanuel Kant’ın mantık yazılarında takip edilebilmektedir.) İkincisi ve daha önemlisi, bu kitap, kategorik tasım kuramında geçerlilik denetimi/saptaması için kullanılan ve Aristoteles’e dayanan standart kanıtkuramsal yaklaşım yerine, Ortaçağlarda geliştirilmiş, daha çok semantik yönelimli olduğu söylenebilecek alternatif bir yaklaşımı ana öğreti olarak sunmaktadır. Bu yaklaşımda, geçerli tasım biçimleri, kategorik önermelerde geçen terimlerin semantik bir özelliği olan dağıtım fikrini merkeze alan az sayıda kural yoluyla tespit edilir. Bu yazının asıl amacı semantik yönelimli bu yaklaşımın özünü Port-Royal örneği üzerinden aydınlatmaktır. Öncelikle, Port-Royal mantıkçılarının ilgili kuralları geçerli tasımsal biçimleri saptamak için nasıl uyguladıkları, bağlantılı bazı kavramların ve sorunların ışığında, ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. Sonra da Port-Royal mantıkçılarının (belki de Aristoteles’i izleyerek) altık tasım biçimlerini eleyişlerinin, semantik yönelimli yaklaşımın ruhuna uygun olmayan bir tutum oluşturduğu, dolayısıyla da Port-Royal Mantığı’nın bu yaklaşımın arı olmayan bir örneklemesi olarak görülmesi gerektiği savunulmaktadır.
10. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Refik Güremen Phaidon’da Ruhun Ölümsüzlüğü: Karşıtların Döngüselliği Argümanı (70C-72A)
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu yazı, Phaidon diyaloğunda Sokrates’in ruhun ölümsüzlüğünü ispatlamak için öne sürdüğü argümanlardan biri olan Karşıtların Döngüselliği argümanını değerlendirmektedir. Argümanın merkez terimleri olan “yaşıyor olma” ve “ölü olma”nın argüman boyunca aldığı ya da alabileceği çeşitli anlamlar göz önüne alınarak dört itiraz öne sürülmektedir. Bu iki terimin alabileceği farklı anlamlar, öznenin “beden” ya da “ruh” olarak alınmasına göre farklılık göstermektedir. Yazıda, bu terimlerin alabileceği anlamların hiçbirinde Karşıtların Döngüselliği argümanının başarılı sayılamayacağı yani ruhun ölümsüzlüğünü ispatlayamadığı ileri sürülmüştür. Argümandaki temel sorun, ruhun yaşıyor olması ve ölü olmasının döngüselliğe izin veren bir karşıtlık oluşturacak şekilde kullanılamamasıdır.
11. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
S. Atakan Altinörs Yeniçağ’daki Spiritüel Cevher Anlayışına De La Mettrie’nin İtirazı
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Yeniçağ felsefesinde spiritüel cevher, Descartes gibi düalist ya da Berkeley gibi immateryalist filozoflar tarafından savunulduğu kadar, maddî dünyanın mevcudiyetini kerhen tasdik eden Leibniz ve Malebranche gibi filozoflarca da savunulmuş bir görüştür. Düalistler nezdinde fiziksel-maddî cevher ile birlikte mevcut, ama mahiyeti bakımından ondan kökten farklı addedilen; Leibniz ile Malebranche içinse “fiziksel” denen fenomenlerin dayanağı olan spiritüel bir substratum faraziyesi, Hıristiyanlığın resmî öğretisine uygun düşmesi itibariyle çok sayıda taraftar bulmuştur. Böylece, düşünme, hissetme, irade gibi yetilere sahip ve uzamlı olmayan spiritüel cevher, söz konusu yetilerden yoksun ve uzamlı maddî cevher karşısında yüceltilmiş ve kutsanmıştır. Bu anlayış, düşünce tarihinin farklı dönemlerinde olduğu gibi, anti-tezine eleştirel hareket noktası sağlamıştır ve böylece yegâne cevherin maddî olduğunu savunan bir grup Yeniçağ filozofu sahneye çıkmıştır. Hobbes ve Locke gibi dinibütün görünen materyalistlerden bir asır sonra, Aydınlanma döneminde çok sayıda filozof dinsel dogmaların insan aklının önünde engel teşkil ettiğini savunarak materyalist ve ateist bir tavır takınacaktır. Makalemizde, “Fransız materyalistleri” diye anılanların öncüsü De La Mettrie’nin spiritüel cevhere itirazını inceledik. De La Mettrie “ruh” adlandırmasının, hakkında hiçbir ideaya sahip bulunmadığımız boş bir terimden ibaret olduğunu savunur. Ona göre bizlerdeki düşünen kısmı kastetmek üzere kullanılan bu sözümona “ruh”a atfedilen bütün yetiler de aslında beynin ve bedenin organlaşmasına tâbidir. Dolayısıyla da duyumsayan varlık neticede, düalistlerin ve spiritüalist monistlerin savunduğunun aksine, organlaşmış maddedir. Böylece madde, De La Mettrie’nin nezdinde var olan tek cevherdir.
12. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Özlem Derin Kadavranın Donuk Metamorfozunda İzler Bakış ve Müstehcen-Bakış
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Kadavranın yaşam ve ölüm arasındaki anlamsız, tanımsız ve belirsiz konumuna odaklanan bu metin; karşılıklı ilişkiyle belirlenen gündelik yaşamın içindeki ben, öteki, ben-olmayan ilişkisini temel almaktadır. Ölü bedenin bozulma ve çürüme evresi, bir yandan kaçınılan bir iğrençliği açığa çıkarırken diğer yandan da bozulmanın, içte olanın-dışa taşmasının tuhaf çekiciliği kendisiyle karşı karşıya kalan kişinin bakışını avlamaktadır. Toplumda ben ve öteki arasında bir kontrol mekanizması olarak açığa çıkan izler-bakış, kadavra/ben’in yabancısı/canavarımsı olanla olan karşılaşmasında müstehcen-bakışa evrilmektedir. Julia Kristeva’nın, Abject (İğrenç) kavramının ben ve öteki, ben ve ben’i dışlayan kadavra anlayışı üzerinden ilerleyen düşünsel süreç, İvana Bašić’in “Abject Art” çalışmalarından örneklemelerle sürdürülecektir. Bu noktada esas amaç iğrencin yaşamdaki karşılığının ölüm ve sanatla olan ilişkisinin ne denli müstehcenlik yarattığı ve kendine yabancılaşmış olan insanın mevcut sınırları aşmasında benzer etkiyi yarattığının sergilenmesidir. Ölüm ve çürümenin getirdiği donuk metamorfoz hali, Bašić’in çalışmalarındaki kaygan ve sümüksü dokunun insan-canavar arası bir metamorfoz geçişini sergilemesiyle eş hale gelmekte ve tanımsız ve anlamsız olan yaşamın içine tehditkâr biçimde yerleşmektedir.
13. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Melike Molaci Stoacı Alegori: Herakles ve İşleri
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bir metnin alegoriler, semboller ya da mecazlar aracılığıyla söylediğini gizlemesi ya da söylediğinden başkasını söylemek istemesi, hakikatin doğrudan anlaşılamayacağını ya da aktarılamayacağını gösterir. Hermenuetik tarihinde alegorik yorumun üstünlüğünü vurgulayan ve onu düzanlama mahkûm etmeyen pek çok örneğe rastlanır. Alegorileri bir araç, alegorik yorumu da bir yöntem olarak benimseyen bu örneklerin en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz bu çalışmanın konusunu oluşturan Stoacılardır. Alegorilere olan yaklaşımları ve alegorik yorumu bir yöntem olarak kullanmalarıyla hermenuetik tarihinde önemli bir yer işgal eden Stoacılar, kadim metinlerde kullanılan alegorilerin söylediklerinden ötesini imlediklerini ve şairle filozofun aslında birbirinden çok da farklı olmadıklarını düşünürler. Mitoslara dair yorumlarıyla hem felsefi kuramlarını temellendirmeyi hem de bu kuramlar aracılığıyla geleneğe yönelik eleştirileri ortadan kaldırmayı amaçlayan Stoacılar, geleneksel imgeleri de belirli bakımlardan dönüştürürler. Alegorilerin felsefi bir araç olarak nasıl kullanıldığı, temellendirmelerde onlardan ne ölçüde yararlanıldığı, alegorik yorum ile neyin amaçlandığı ve geleneksel imgelerin nasıl dönüştürülebileceği, Stoacıların alegorik yoruma ilişkin yaklaşımlarında dikkate aldıkları hususlardır. Alegorik yorumun pek çok probleme cevap veren özgün bir yöntem olduğu öncülünden hareket eden bu yazıda, Stoacıların alegorik yorum etkinlikleri, geleneksel bir imgenin dönüşümü aracılığıyla tartışılmakta ve alegorinin üçlü işlevi temellendirilmeye çalışılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda mitosların, tragedyaların ve komedyaların eşsiz kahramanı Herakles’e dair Stoacı alegorik yorum örnekleri, alegorinin işlevi, anlamı ve kapsamıyla ilgisinde ele alınmaktadır. Bu iddia, izlek ve amaç doğrultusunda çalışmada ilkin Stoacılık öncesi mitoslarda, tragedyalarda ve felsefi metinlerde Herakles’in nasıl alımlandığı incelenmekte, ardından Stoacıların semboller ve metaforları kullanarak Herakles’in çoklu kişiliklerini felsefi açından nasıl yorumladıkları ve bu imgeyi nasıl dönüştürdükleri tartışılmaktadır.
14. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Serpil Durğun Feminist Tarihyazımında Soykütüksel Yaklaşım: Eleştirel Tarih
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Amerikalı feminist tarihçi Joan Wallach Scott kadın deneyimlerine yer vermeyen ideolojik, kısmi ve çarpık tarihi aşan yeni bir tarihyazımının geliştirilmesini ister. Bu doğrultuda Scott, toplumsal yapıdaki ayrışma ve hiyerarşi kategorilerinden biri olarak ele alınan toplumsal cinsiyet kategorisinin, sınıf, ırk, etnik köken gibi diğer hiyerarşi kategorilerini de kapsayacak şekilde yeniden tanımlanmasını önerir. Tarihi, zamansız olma iddiasındaki düşünceleri sorgulamamızı sağlayan ve böylece değişim hakkında düşünme imkânının yolunu açan bir disiplin olarak gören Scott, bu görüşünü özgürleştirici ancak sabit olmayan eleştirel tarih projesi olarak adlandırır. Söz konusu proje, Foucault’nun şimdinin tarihi dediği soykütüksel yaklaşıma karşılık gelir. Doğruluğundan şüphe edilmeyen doğal ya da verili olduğu kabul edilen kavram ve kategorilerin soruşturulmasını içeren soykütüksel yaklaşımda tarihsel soruşturmaya şimdiden başlanır. Şimdiden geçmişe belirli bir kırılmaya ya da dönüşüme ulaşıncaya kadar gidilir ve ardından yakalanan kırılma ya da dönüşümün izi takip edilerek şimdiye gelinir. Böylece, insanın kendisini tanımasını sağlayacak olayların, diğer bir ifadeyle insanın düşündüğü, dile getirdiği, yaptığı şeylerle kendisini bir özne olarak nasıl kurduğuna ilişkin olayların tarihsel bir soruşturmadan geçirilmesi mümkün olur. Bu kapsamda makale, feminist tarihyazımında farklılığın birtakım amaçlara hizmet eden belirli bir tarihsel temsil olarak görülmesinde, Foucault’nun soykütük düşüncesinin yerini anlama amacına yöneliktir.
15. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Zeliha Dişci Emancipation in Capitalist Society: Sovereignty as Renunciation and Expenditure in the Thought of George Bataille
abstract | view |  rights & permissions | cited by
This study aims to reveal the meaning of sovereignty in the context of Georges Bataille’s critique of capitalist society. In order to determine how Bataille thinks about sovereignty, it firstly touches upon the conception of the capitalist society of the thinker. It draws attention to the nature of the practices here limited to capitalist production and profit/usefulness. This limit causes people to be alienated and enslaved. Then, in the face of the limited, that is, homogeneous structure of capitalist society, this study deals with the heterogeneous structure of existence in Bataille’s view. It points out that the heterogeneous structure of existence is the primary condition of sovereignty and emancipation. It then clarifies the relationship of sovereignty with renunciation by determining the content of sovereignty. From the viewpoint of Bataille, sovereignty becomes visible through non-productive activities and therefore it is in contrast with the homogeneous society that exists with only productive activities. Pure productive activities are the most important activities that enslave humans and cancel sovereignty. According to Bataille, sovereignty dies in the life where concern bows to the future and the production. The way of capturing sovereignty in capitalist society is hidden in actions that give up being productive. Thus sovereignty is defined by the notion of expenditure rather than accumulation. The expenditure means renouncing possession and accumulation. To leave behind the forms of existence which are demanded by the capitalist society is to relinquish them. Consequently, the expenditure and relinquishing appear as two overlapping activities in sovereignty.
16. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
A. Dinçer Çevik Bilim Felsefesi Bilim Pratiğinden Ne Öğrenebilir?
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Dünya’da bilim felsefesi çalışmaları büyük oranda “bilim pratiğini” odak noktası haline getirmişken, Türkiye’de zaten çok fazla ilgi görmeyen bilim felsefesi çalışmaları henüz bu değişimi yakalayamamıştır; Türkiye’deki bilim felsefesi çalışmaları daha çok bilim felsefesi tarihi veya bilim tarihi olarak adlandırılabilir. Pratik odaklı bilim felsefesine göre bilimi anlamak için analiz ve kavramların anlamlarını açıklama çabaları gerekli olsa da bu tek başına yeterli değildir. Bilim insanlarının çalışma pratiğini belli bir amaç doğrultusunda, tercihen, felsefecilerin dışarıdan dayattıkları ile değil bilim insanlarının kendileri tarafından belirlenen bir amaç doğrultusunda incelemeleri daha anlamlıdır. Bu makalede bilim felsefesi ve bilim pratiği arasındaki karşılıklı ilişkiyi durum çalışmalarından hareketle inceleyerek ana akım bilim felsefesi yerine bilim pratiğini odağa alan yaklaşımın doğru şekilde kavrandığında yöntem olarak bilim felsefesinin normatif/betimleyici ikileminden bağımsız şekilde ele alınabilmesinin yollarını göstermesi açısından daha verimli olduğunu iddia ediyorum.
17. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Nazım Gökel Nagel’ın Düşüncesinin Öncüleri: Farrell ve Sprigge
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Thomas Nagel’ın artık bir klasik haline gelmiş olan “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?” (1974) başlıklı makalesinin belki de en önemli etkisi olarak, tabi ki bu dönemdeki benzer sezgilerle hareket eden diğer felsefecilerin de katkılarıyla, bilinç sorununu tekrar ana gündem maddesi haline getirmesi gösterilebilir. Fakat Nagel’ın herhangi bir organizmanın bilinçli bir deneyime sahip olmasını o organizma olmak gibi bir şeyin mevcudiyetine sıkı sıkıya bağladığı meşhur tanımı özgün bir tanım değildir; çünkü bu fikir daha önce Farrell (1950) ve Sprigge (1971) tarafından dile getirilmiştir. Bu makalede, ilk önce Farrell’ın deneyimin niteliklerini reddetme nedenini açıklamaya çalışacağım. İkinci bölümde ise, Sprigge’in düşüncelerini, özellikle bilinç ve ereksel nedenler arasındaki içsel bağı, ana hatlarıyla sunmaya çalışacağım. Böylece, literatürde adları sadece arada sırada dipnotlarda veya kaynak bölümlerinde geçen bu düşünürlerin görüşlerine geniş yer vererek çağdaş zihin felsefesi tarihindeki bir eksikliği kısmen gidermeyi amaçlıyorum. Sonuç bölümünde ise, Farrell, Sprigge ve Nagel’ın görüşlerini karşılaştırarak Nagel’ın (1974) makalesinin, diğer orijinal yanlarının dışında, özellikle hangi noktada çok önemli ve özgün bir tespitte bulunduğunu açıklayacağım.
18. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Yusuf Buhurcu Emmanuel Levinas'ta Komşuluk Kavramı
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu çalışmanın amacı çağdaş Fransız düşünür Emmanuel Levinas’ın komşuluk kavramını açıklamaktır. Bu konu daha önce semavi dinlerde de yer almasına rağmen onu felsefi bir mesele olarak ele alan Emmanuel Levinas olmuştur. Bu nedenle Levinas’ın komşuluk kavramını ve ona temel oluşturan başkalık felsefesini anlamak önem arz etmektedir. Dolayısıyla bu çalışmada öncelikle Levinas’ın komşuluk düşüncesinin temelini oluşturan başkalık düşüncesinin çeşitli veçheleri gösterilecektir. Böylece etiği ontolojiye önceleyen Levinas’ın temel düşüncesine dair bir açıklama da yapılmış olacaktır. Bununla birlikte komşuluk kavramının nasıl olup da etik zemininden varlık alanına ve oradan da siyasete uzanan bir yol izlediği gösterilebilecektir. Levinas’ın felsefesinin değişken ve zorlu yapısı da göz önüne alındığında onun açık bir şekilde izah edilmesi de zorlaşmaktadır. Bu çalışma da bu zorlu ödeve talip olmanın bir sonucu olarak hazırlanmıştır. Böylece, Levinas’ın komşuluk kavramına yönelik sorularının çağdaş felsefeye bir yol göstermesi ümit edilmektedir.
19. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Volkan Çifteci The Significance of Time, Being and Transcendence on the Road to the Heideggerian Authentic Self
abstract | view |  rights & permissions | cited by
This paper attempts to reveal the meaning of Heideggerian self on the basis of time. In the course of this, it examines Heidegger’s following terms: time, the self, the world and Being. In the present paper, the notions of anxiety, death, the call, freedom, transcendence, resolution and temporality (time) constitute a frame for articulating the meaning of the authenticity of Dasein. The road to the authentic self is challenging since it is not something already given; rather, the self is something to be accomplished. Dasein must accomplish it by making life its own. To achieve this, the elaboration of the meaning of “the Being of beings” in the exploration of Dasein must be the first step. For it is Dasein who can give an answer to the question of the meaning of “Being”.
20. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Soner Soysal David Hume’un Beğeni Standardı I: Farklılıklar ve Standart
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu çalışmada David Hume’un, insanların beğenileri arasında var olduğu açık bir şekilde görülen farklılıklara rağmen, beğeninin bir standardının bulunduğuna yönelik iddiası incelenecektir. Hume beğeni standardını, ilk kez, 1757 tarihinde yayımlanan Of the Standart of Taste başlıklı makalesinde ele alır. Hume’un söylediklerini tartışmalı hale getiren iki unsur vardır: Birincisi Hume gibi, deneyimden bilgi edinmenin en önemli olanaklarından biri olan tümevarımsal akıl yürütmenin temellerini sarsan bir eleştiri ortaya koyan deneyci bir filozofun, bir beğeni standardının var olduğunu iddia etmesidir, ikincisiyse, onun bu iddiasını ortaya koyarken başvurduğu yolların tümevarımsal bir akıl yürütme içeriyor gibi görünmesidir. Bu nedenlerle, Hume’un beğeni standardıyla ilgili argümanlarını detaylı bir şekilde incelenmesi amaçlanmıştır. Ancak böylesi bir inceleme kapsamlı bir çalışmayı gerektirdiği için, bu inceleme iki aşama üzerinden gerçekleştirilmiştir. İncelemenin birinci aşaması, şu an karşınızda bulunan bu makale olup, burada Hume’un insanlar arasında beğeni farklılıkları olduğunu açıkça görmesine rağmen, nasıl olup da bir beğeni standardı olduğunu iddia ettiğini ele alınıyor. Hume’un bu beğeni standardının kaynağını nerede gördüğü; beğeni farklılıklarıyla bu standardı nasıl bağdaştırdığı; Hume’un beğeni standardının ortaya çıkmasını sağlayacaklarını iddia ettiği ideal eleştirmenlerin taşıması gerektiğini söylediği niteliklerin neler olduğu ve bunların Hume’un genel felsefi eğilimleriyle ilişkilerinin neler olduğu gibi konular bu makalede ele alınmamış olup, ayrı bir makale olarak sunulacaktır.