Cover of Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
Already a subscriber? - Login here
Not yet a subscriber? - Subscribe here

Displaying: 1-20 of 124 documents

Show/Hide alternate language

1. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 10 > Issue: 1
Ece Saraçoğlu Ece Saraçoğlu
Kant'ın Etik Anlayışı Doğrultusunda İnsanın Değeri Tartışması
The Debate of Human Value in Direction of Kant’s Ethical Approach

abstract | view |  rights & permissions | cited by
İnsanın değeri problemi, Antik Çağdan günümüze uzanan çok köklü bir felsefi ve tarihsel birikime sahiptir. Immanuel Kant, bu problemi mantıksal düzlemde sistematikleştiren en önemli filozoflardan biridir. Çünkü Kant insanın değeri meselesi açısından saf aklın bağımsız, içeriksiz yasa, özgür isteme ve eyleme etkinliği adına dikkate değer bir bakış açısı sergilemiştir. Bu bağlamda Kant'ın etik öğretisinde iki temel özellik ön plana çıkar. Bunlardan ilki özgürlüğün ahlak yasasının bir varlık koşulu olması ve ahlak yasasının da özgürlüğün bilinme nedeni olmasıdır. İkinci özelik ise, insanın değeri ile ahlak yasası ilişkisinin, insanın etik eylemlerinin ölçütünü veren pratik aklın ilkelerini inşa eden bir çerçeve sunmasıyla alakalıdır. Kant’a göre iyi isteme, ahlak yasasına uygun olan istemedir. İnsanın değeri de yalnızca genel ve içeriksiz ahlak yasasına göre istemeyle korunabilmektedir. Dolayısıyla bu makalede öncelikle özgürlük ve ahlak yasası arasındaki ilişki tartışılmakta ve buradan hareketle insanın değerini açığa çıkartanın ahlak yasasına göre isteyip eylemek olduğuna dikkat çekilmektedir.
2. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 10 > Issue: 1
Ahmet Dinçer Çevik Ahmet Dinçer Çevik
Anglosakson Arkeoloji Geleneği Bağlamında Bilimsel Açıklamaların Doğası ve Statüsü
The Nature and Status of Scıentıfıc Explanatıons in the Context of Anglosaxon Archaeology

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Geçmişte, insan düşüncesinin ürünü olarak üretilen maddi kalıntılar ve materyal kültürü ve bunların o topluluklar için ne anlama geldiğini; kültürel değişimleri ve kültürlerin birbiri ile olan etkileşimlerini neden sonuç ilişkileri ile açıklamaya odaklanmış bir bilim olarak arkeoloji, çalışmalarında disiplinlerarası yaklaşım ve yöntemleri kullanır. Arkeolojinin farklı disiplinlerle sürekli etkileşim halinde olduğu genel olarak üzerinde uzlaşı bulunan noktalardan biriyken bu alanda sunulan bilimsel açıklamaların doğası üzerine yürütülen tartışmalar nispeten sınırlı kalmıştır. Arkeolojideki açıklamaların doğasının incelenme girişimlerinde spekülasyonları eleyip kanıtlara ve kesinliğe ulaşma amacıyla birçok epistemik strateji arkeolojiye adapte edilmeye çalışılmıştır. Bu stratejiler geleneksel arkeolojinin endüktivist yaklaşımından yeni arkeolojinin dedüktivist yaklaşımına ve daha yeni dönemlerde en iyi açıklamaya çıkarım metoduna kadar çeşitlendirilebilir. Bu makalede, söz konusu epistemik stratejilerin arkeolojideki açıklamalarda nasıl kullanıldığı ile ilgili bilim felsefesi açısından ve Anglosakson arkeoloji geleneği bağlamında bir incelemesini yaparak arkeolojideki açıklamalar ile ilgili tartışmaların eğer yeni arkeoloji yaklaşımının ve bilim felsefesinin izleri takip edilecekse model temelli açıklamalara, post-süreçsel arkeolojinin izleri takip edilecekse de arkeolojik fenomenin açıklanmasından çok anlamlandırılması ve anlayışının kazanılmasını ön plana çıkartılan post-süreçsel arkeolojiye odaklanması gerektiğini iddia ediyorum.
3. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 10 > Issue: 1
Çağlar Koç Çağlar Koç
Husserl’in Fenomenolojisi ve Temsilcilik
Husserl’s Phenomenology And Representationalism

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Eldeki yazıda ana hatlarıyla da olsa Husserl’ci fenomenolojiye neden temsilci bir teori denemeyeceğini ve fenomenolojik analizin bizi deneyimin şeffaf, bilinci tanımlayanın ise temsil edici bir yönelimsellik olduğu iddialarına karşı neden temkinle yaklaşmaya ikna etmesi gerektiğini göstermeye çalıştık. Buna göre: 1- Deneyimi ona damgasını vuran yönelimsel bilinç faaliyetinden hareketle analiz etmek daima mümkün olmakla birlikte, bilinç sadece bu yönelimsel faaliyetten ibaret değildir. Zira bilinç akışının bazı reel bileşenleri gayriyönelimsel yaşantılardan oluşmakla kalmaz, bizzat özbilinç de gayriyönelimsel bir yapıya sahiptir. 2- Bir deneyimde verili ve bilincinde olduğumuz tüm reel içerikler o deneyimin temsil muhtevasına katılmak zorunda değildir. 3- İki ayrı deneyimde aynı teşhir edici reel içeriği yaşadığımız halde farklı iki nesneyi temsil edebilir ya da ayrı teşhir edici içerikler yaşadığımız halde aynı nesneyi temsil edebiliriz. 4- Farklı bilinç kiplerinde aynı nesneye yönelebiliriz ki bu da tamamen öznel bir faktörün aynı nesneyi temsil eden deneyimleri birbirinden farklı kılabildiğini kanıtlar.
4. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 10 > Issue: 1
Didar Deniz Altinkaya Didar Deniz Altinkaya
Bilimde Değerlerin Rolü ve Feminist Duruş Noktası Teorisi
The Role of Values in Science and Feminist Standpoint Theory

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bilimde değerlerin rolü, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğun bir biçimde tartışılmıştır. Bilimin değerlerden bağımsız olması gerektiğini savunmak, esasen, bilimin nesnelliğini ve güvenilirliğini savunmak anlamına gelmiştir. Feminist bilim felsefecileri, bu idealin, aslında kadınlığın dışlanması yoluyla inşa edildiğini açığa vurarak, bilimde değerlerin rolü tartışmasına farklı ve çok önemli bir yön kazandırmışlardır. Bu çalışmada, feminist bilim felsefesi içinde önemli bir pozisyonu işgal eden feminist duruş noktası teorisine yönelik bir incelemeden hareketle, etik ve politik değerlerin bilimin ayrılmaz bir parçası olmakla kalmayıp, bilimin gelişmesine katkıda bulunabileceği savunulacaktır. Ayrıca belli türden değerlerin bilime dahil edilmesinin yalnızca bilim üzerinde değil, aynı zamanda değerler alanı üzerinde de olumlu etkileri olacağı ileri sürülecektir.
5. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 10 > Issue: 1
Tolgahan Toy Tolgahan Toy
Çevre-Merkez Modeli Üzerine Bir İnceleme
A Review of Quine’s Center-Periphery Model

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Mantıkçı pozitivizm, inançlarımızı olgusal olanlar ve seçtiğimiz dile dair olanlar olmak üzere iki gruba ayırmaktadır. Sayı sistemleri, fizikalist bir dil, vs. dünya üzerine konuşabilmek için seçtiğimiz dillerdir. Bu diller aracılığı ile olguları, dış dünyayı ifade etmekteyiz. Olgulara dair yargılarımız sentetik olarak sınıflandırılmaktadır. Mantıkçı pozitivistler, seçtiğimiz dillerle ilgili olan önermeleri ise analitik olarak sınıflandırmaktadırlar. W.V.O. Quine, bu ayrımın temelsiz olduğunu iddia ederek, inançlarımızın dilsel/olgusal diye sınıflandırılmadığı bütünsel bir model geliştirmiştir. Ancak, Quine’ın modelinde analitik sentetik ayrımını çağrıştıran başka bir ayrım bulunmaktadır: çevre-merkez ayrımı. İnançlarımızın bir kısmı olgularla doğrudan temas halindeyken, diğerleri ağın görece kapalı bir noktasında yer almaktadırlar. Gila Sher, Quine’ın modelinden analitik sentetik ayrımını tamamen çıkarmanın yolunun modeli dinamik bir hale getirmek olduğunu iddia etmektedir. Dinamik modelde, önermeler bağlama göre ağın farklı noktalarında konumlanmaktadırlar. Çalışmamızda, çevre-merkez eksenli olmayan alternatif bir model önerilmektedir. Diğer bir ifadeyle, önerdiğimiz modelde, ağda bulunan inançların arasında, dış dünyayla etkileşimleri açısından, bir fark bulunmamaktadır. Modelimiz iki açıdan çevre-merkez eksenli modelden daha avantajlı durumdadır. Birincisi, Quine’ın karşı çıktığı analitik sentetik ayrımının hiçbir şekilde izlerini taşımamaktadır. İkincisi, Quine’ın pragmatizm teziyle daha uyumludur.
6. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 10 > Issue: 1
Melike Molaci Melike Molaci
Stoa Felsefesinde Düşler ve Düş Görenler
Dreams and Dreamers in Stoic Philosophy

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Antikçağ insanı için düş görme bugün anlamakta hayli zorlanacağımız bir deneyimdi. Düşlerin, düş görenlerin ve düşleri yorumlayanların doğası Antikçağın sıradan insanları için olduğu kadar filozoflar, bilginler ve bilgeler için de merak konusuydu. Düş görme deneyimini araştıran Antikçağ filozofları birbirinden oldukça farklı sonuçlara ulaşmışlardı: Bir yanda düş görmeyi mistik bir deneyim, düşleri yorumlamayı da ustaca yahut kahince bir iş sayanlar vardı, öte yanda bunun aksini düşünen, hem düşlerin tanrısallığını hem de düş yorumculuğunu reddeden filozoflar bulunuyordu. Bununla birlikte bu karşıt kutupları uzlaştırmanın bir yolunu bulmuş görünen bir Antikçağ okulu, Stoacılık vardı. Stoacılar düşlere ve düş yorumculuğuna ilişkin yaklaşımlarıyla her iki görüşü de belirli bakımlardan benimsemiş, kehanete ve onun özel bir türü olan düş yorumculuğuna dair kuramlarıyla hem akla hem de inanca yer açmanın yollarını aramışlardı. Stoacıların bu konu hakkındaki görüşleri bugün için tali ve belki de anlamsızdır, fakat Antikçağ filozoflarının böyle bir konu hakkında ne düşündüklerini ve nasıl bir yol bulduklarını anlamaya çalışmak bilimle sözde bilimin, mistisizmle fizyolojinin, akılla inancın sınırları üzerine düşünmemiz için bir çağrıdır. Dolayısıyla bu çağrıyı dinlemek ve Stoacı düş görme deneyimini ayrıntılı olarak incelemek bu yazının amacını oluşturmaktadır. Bu amaç doğrultusunda yazıda “bilimsel bir mistisizm” ya da “mistik bir bilimcilik” şeklinde tanımlanmaya olanak veren Stoacı yaklaşım incelenmekte ve bunun tutarlı bir düşünme olup olmadığı tartışılmaktadır.
7. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 10 > Issue: 1
Deniz Kundakçi Deniz Kundakçi
Katıksız Bir İrade Yarışı: Aristophanes’in Atlılar Oyununda Demokratik Rejimin Reformlarla Düzeltilebileceğine İlişkin Beklentisi Üzerine
A Competition of Pure Will: On Aristophanes’ Expectation of Amending the Democratic Regime with Reform in the Knights

abstract | view |  rights & permissions | cited by
Atlılar oyununa yansıdığı şekliyle Aristophanes’e göre, Atina demokratik rejimi mevcut tüm kusurları ve demos’un aldığı yanlış kararlara rağmen; düzeltilemez yapısal problemlere sahip değildir. Rejim, özellikle Perikles sonrasında, kent idaresinde daha önce hiç söz sahibi olmamış ve ticari etkinliklerle sonradan zenginleşen yeni toplumsal tabakaların yönetiminde büyük bir yara almaktadır. Başta Kleon olmak üzere kendisini demos ile özdeşleştiren; ancak demos’a önderlik etmek veya kamu yararını düşünmek yerine; sadece kendi çıkar ve kazançlarını düşünen demagoglar, yönetimin hâlihazırdaki problemli durumunun temel sebebi olarak görülmektedir. Demos, seçilen yanlış liderler tarafından aldatılmaktadır. Aristophanes Atlılar oyununda komedya türünün kendine has özelliklerini de kullanarak bir yandan seçilmiş bu halk liderlerini çeşitli gerekçelerle tahkir etmekte; diğer yandan da Atina idaresinin eski zamanlardaki görkemine kavuşabilmesi için reformcu bir tutum sergilenmesi gerektiğine inanmaktadır. Reformun genel içeriği ise, demos’un Atina’yı ihtişamlı tarihi boyunca destekleyen soylu sınıflara yüzünü dönmesi ve Kleon gibi yeni tip liderlere ise bir an önce sırt çevirmesinden oluşmaktadır. Atlılar bu açıdan bir yandan iktidarı temsil eden politik sınıflar arası kırılmaya işaret ederken, diğer yandan da yeni tip politikacı tipolojisinin eleştirisine soyunmaktadır. Bu makalede, seçkin Atinalı bir şair olarak Aristophanes’in, Atlılar komedyasından hareketle Atina idaresinin M.Ö. 5. yüzyıldaki politik durumu ve şairin idareye yönelik beklentileri sorgulanmaya çalışılacaktır.
8. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Çiğdem Yazici Aristoteles’te İyi Yaşam, Kendine Yeterlilik ve Kölelik
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Aristoteles’in iyi yaşam felsefesi onun siyaset felsefesinde önemli bir yere sahipken, kölelik anlayışıyla çok ilişkili olarak incelenmez. Oysa kölelik anlayışının yakından incelenmesi, onun iyi yaşamı mümkün kılacak bir siyasi yapı olarak kent-devlet teorisinde kilit rol oynadığını gösterir. Politika’da en iyi yaşam olarak gördüğü teorik yaşamı mümkün kılabilmek için kurumsal olarak köleliği adil gösteren bir savunma geliştirir. Bu savunmada kullandığı gerekçelerin odak noktası “kendine yeterliliktir”. Buna göre hem muhakemede hem kendini yönetmede kendi kendisine yeten kişi özgür ve “tam insan” olmuştur, yetemeyen ise yönetilmeye ve köleliğe uygun dolayısıyla “tam olmamış veya tamamlanmamış insandır”. Bu sebeple, makale ilkin iyi yaşamın, ikinci olarak siyasi devlet yaşamının, üçüncü olarak da köleliğin ve özgürlüğün “kendine yeterlilik” ile ilişkisine odaklanarak eleştirel bir inceleme sunar. Bu sayede, Aristoteles’te önceden varsayılan bir doğal kölelik anlayışı olmadığını; mutluluk ve siyasi yaşam ilişkisi adına kurumsal olarak köleliğin gerekliliğini savunduktan sonra, köleliği adil gösterebilmek için zor kullanımı gerektirmeyen “doğal” kölelik anlayışını bilhassa geliştirdiğini görebiliriz. Dahası belli etnik halkların karakter özelliklerine göre köleliğe doğal olarak uygun oldukları fikrini de bu düşüncenin ardından geliştirir. Sonuçta, Aristoteles’in kölelik anlayışındaki etnik ayrımların biyolojik temelli özcü bir ırkçılık ile yapılmasa da insanlığının tam olması için kendi kendine yetmesi beklenen normatif bir insan anlayışıyla yapıldığını söyleyebiliriz.
9. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Soner Soysal David Hume’un Beğeni Standardı II: Kaynak, İdeal Eleştirmenler ve Standard
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu çalışma, David Hume’un beğeninin bir standardı olduğu iddiasına yönelik incelememin ikinci aşamasıdır. Böyle bir incelemeye başlamamın nedeni, çalışmanın birinci aşamasının başından da söylediğim gibi, açık bir şekilde görülen beğeni farklılıklarına rağmen, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştiren deneyci bir filozof olan David Hume’un beğeninin bir standardı olduğunu iddia etmesidir. Deneyci bir filozof olduğu için, Hume’un bu standardı a priori ya da doğuştan idelere dayandırma olanağı yoktur. Diğer taraftan, Hume, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştirerek, deneyimden tüm insanlar için bir ölçüt olabilecek kesinlikte bir bilgi ya da standart üretmenin olanağını neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. İncelemenin birinci aşaması olan “David Hume’un Beğeni Standardı I: Farklılıklar ve Standart” başlıklı makalede, Hume’un beğeni farklılıklarına rağmen nasıl olup da bir beğeni standardı olduğunu iddia ettiğini ele almıştım. İncelememin ikinci aşaması olan bu çalışmada ise, Hume’un beğeni standardının sanat eserlerinin bazı nitelikleriyle insan zihninin doğal yapısı arasındaki bir uyuşmadan kaynaklandığı iddiasını ve bu standardı belirli niteliklere sahip ideal eleştirmenler üzerinden nasıl açıkladığını ele alıp, Hume’un beğeni standardı tartışmasının genel bir değerlendirmesini yapacağım.
10. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Çağlar Karaca Schrödinger’in Yaşam Nedir? Kitabı, Gen-Merkezcilik ve Biyolojik Organizasyon
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu makalede, Erwin Schrödinger’in kuramsal biyolojiye önemli bir katkıda bulunan Yaşam Nedir? adlı kitabındaki fikirlerini ve bu kitabın da etkisiyle gelişen gen-merkezci yaklaşımı eleştirel olarak değerlendirmeyi amaçlıyorum. Schrödinger’in canlılık konusundaki entelektüel mirasının tartışmaya açılması moleküler biyolojinin yaşam bilimlerinde hakim hale gelişinin ve yaşamın organizasyona dayalı temelinin anlaşılması açısından özel bir önem taşıyor. Yayınlandığından beri biyoloji felsefesinde önemli tartışmaları beraberinde getiren Yaşam Nedir? kitabı, yaşamı termodinamiğin yasaları doğrultusunda ele alması açısından biyolojide organizasyonu vurgular. Bununla birlikte Schrödinger’in canlılığın kodu olarak tasavvur ettiği aperiyodik kristal kavramı gen-merkezciliği destekleyen öncül fikirleri barındırmaktadır. Schrödinger, canlı varlıkların doğadaki entropi artışı eğilimiyle baş etmesi gereken nitelikte olması gerektiğini savundu ve bu görüş, canlılığa dair temel bir ilke olarak yaygın kabul gördü. Schrödinger’in yaşamın düzenliliğini mikro düzeyde aperiyodik kristal hipotezi ile açıklama girişimi ise nispeten daha tartışmalıdır. Makalede, bu tartışmalı konuları aydınlatmak amacıyla Schrödinger ve ardından gelişen gen-merkezci yaklaşımlara yönelik eleştirileri ele alıyorum. Ardından, gen-merkezciliğin sınırlılıklarına karşı yaşamın organizasyonunun organizma seviyesinde ele alınması değerlendiriyorum. Bu görüş, Kant’ın self-organizasyon kavramıyla tanımladığı, parça-bütün ilişkilerindeki karşılıklılığı temel alır. Son olarak, yaşamın organizasyonuna dair felsefî yaklaşımları ve entropinin buradaki rolünü tartışıyorum. Organizma düzeyinde ve organizma-çevre ilişkisindeki çoklu etmenlerin geri-besleme ilişkilerine dayanan ağ yapısı, gen-merkezciliğin indirgemeci yaklaşımına karşı kapsayıcı bir alternatif sunmaktadır.
11. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Celal Yeşilçayir Farabi’nin Eğitim Felsefesi Bağlamında Din ve Felsefeyi Konumlandırışı
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Antik Yunan Felsefesi ile İslam dini arasında sentez inşa etmeye çalışan Farabi, sonraki dönemlere oldukça zengin bir düşünsel miras bırakmıştır. Onun düşünsel mirası bağlamında eğitimle ilgili kaleme aldığı düşüncelerin de önemli bir payının olduğu anlaşılmaktadır. Onun eğitim felsefesi, siyaset ve ahlak anlayışları ile yakın bir ilişki içinde olmakla birlikte bu alanda belirgin bir biçimde karşımıza çıkan iki unsur din ile felsefedir. Böylelikle onun, söz konusu sentezci yönteme eğitimle ilgili düşünceleri çerçevesinde de başvurduğu ortaya çıkmaktadır. Elinizdeki çalışmada Farabi’nin din ve felsefeyi eğitim alanında nasıl konumlandırdığının ele alınıp, irdelenmesi amaçlanmaktadır. Bu bağlamda toplumun birliğini sağlama ve insanların yetkinleşmesi sürecinde din ile felsefeye yüklenen anlamlar serimlenmektedir. Son tahlilde ise onun eğitim felsefesinde din ile felsefenin kendi aralarında nasıl ilişkilendirildiğinin ve derecelendirildiğinin de tartışılması amaçlanmaktadır.
12. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Pınar Türkmen Birlik Taylor’ın Liberal Anlayışında Ahlak, Dil ve Politika Teorilerinin Etkileşim Noktaları Üzerine Bir Değerlendirme
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Charles Taylor, içinde yaşadığı kültürün ve genel anlamda Batı dünyasının yaşadığı sorunları, ortaya koyduğu liberal politika anlayışı kapsamında çözüme ulaştırmaya çalışan önemli bir yirminci yüzyıl düşünürüdür. Politika felsefesinin yerini politika yapma eğilimine bıraktığı yirminci yüzyılda, Taylor ortaya koyduğu anlayış ile bu eğilimden kendini ayırır. Ona göre, yaşadığı çağın sorunlarının üstesinden gelebilmek için ortaya konulan tezlerin ahlaki bir motivasyona da sahip olması gerekir. Dolayısıyla Taylor için yapılması gereken şey, modernitenin insan doğasında birtakım ahlaki sezgilerin varolduğu tezine geri dönmek ve dilin dolayımında kendini bulan insanı, ahlaki bir varlık olarak düşünmektir. Taylor’a göre, dili kullanarak kendini ve içinde bulunduğu durumu yorumlayan bir hayvan olarak insan, pratik aklın yol göstericiliğinde, sahip olduğu ahlaki sezgilerden hareketle, yönünü bulmaya ve yaşadığı bu süreci ifade eden kendi anlatısını oluşturmaya çalışır. Taylor’ın arzu ettiği liberal toplumun yapı taşını oluşturacak olan bu birey, ahlaki alanda yolunu, ahlaki sezgilerinden hareketle keşfettiği “iyi” anlayışı ile belirler. Bu “iyi” anlayışı temelde dilin dolayımında kendini gösteren “hermeneutik döngü” anlayışı ve insan doğasının diyalojik karakteri kapsamında kendini gösterir. Kişi hermeneutik döngü sayesinde, hem kendi iyisini hem de içinde yaşadığı toplumun iyisini kavrayan, bu iyiyi yeniden yorumlayabilen bir benlik anlayışına sahip olur. Böylece Taylor’da dilin dolayımında, kişinin ahlaki olarak sahip olduğu kendi “iyi” anlayışı ile ilişkilerinin yönünü belirleyen “kamusal iyi” anlayışı içiçe geçmiş olur. Bu bağlamda çalışmamız, Taylor’ın anlayışında ahlak, dil ve politika üçlüsünün birbirleriyle temasta olduğu bu noktaları göstermeyi ve onların birbirleri ile nasıl bir ilişki kurduğunu serimlemeyi amaçlamaktadır.
13. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Neslihan Doğan İki Farklı Evren Tasarımı: Platon ve Aristoteles’te Bilim
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bilme ediniminin kendisi ile eş güdümlü bir biçimde ilerleyen ve kapsamlı bir sorgulamayı içerisinde barındıran bilim, köklü bir anlama ve anlamlandırma etkinliğidir. Özünde dış dünyanın niceliksel ve niteliksel olgularını açıklama amacında olan bu etkinlik, tarihsel olarak da oldukça eskiye dayanmaktadır. Özellikle “doğa nedir?” sorusuyla başlayan ancak günümüzde evrenin daha tikel ve özel olgularını arayan bu uğraş, gerçekte konusunun veya nesnesinin hep aynı kaldığı bir sorgulamadır. Öyle ki, “doğada bulunan hareketliliğin ardında değişmeden kalan, daimi bir neden bulunabilir mi?” sorusuyla bu etkinliğe yaklaşan Platon ve Aristoteles, farklı iki temellendirmeyle evren tasarımlarını oluşturmuşlardır. Bu çalışmanın amacı ise doğa ve evren bilimi konusunun, Platon’da idealar kuramı; Aristoteles’te ise madde-form düşüncesi kapsamında açıklanması ve anlamlandırılmasıdır. Bu nedenle bakılan ilk çerçeve, benimsenen bu iki farklı bakış açısının, onların bilim anlayışları üzerine olan etkisini açıklamaktır. İkinci çerçeve ise bilim anlayışlarındaki konu, nesne ve yöntem tercihlerinin, doğa bilimi ve evren tasarımlarına nasıl yansıdığını ortaya koymaktır.
14. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Fahrettin Taşkin Aristoteles ve Badiou'de Devlet ve Adalet
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu yazıda Aristoteles ve Badiou’nün devlet ve adalet kavramlarını karşılaştırarak (iki bin yıldan uzun bir sürede) söz konusu kavramların nasıl bir değişim geçirdiğini genel çizgileriyle saptamaya ve bu değişimden hareketle adalet ve devlet kavramları üzerinde tekrar düşünmeye çalıştık. Kuşkusuz çok farklı dönemlerde yaşamış olup fikirleri arasında birçok ortaklık bulunabilecek başka filozoflar seçilebilirdi. Başka düşünürlerin değil de Aristoteles ve Badiou’nün bu kavramlarla ilgili görüşlerini karşılaştırmamızın sebebi, sadece yaşadıkları dönemlerin değil, ayrıca konu hakkındaki görüşlerinin de birbirinden oldukça farklı olmasıdır. Bu farklılık, etiğin daha sahih bir soruşturmasını yapma olanağını verecektir. Buradan çıkan sonuçlar, belli bir adalet tanımına veya etiğe bağlı kalınmaması gerektiğini ortaya çıkarabilir. Ancak burada asıl üzerinde durulmak istenen, etiğin hiçbir vakit temellendirilemeyeceği değil, temellendirmek için kendilerinden hareket edilmiş aksiyomların doğruluğunu tartışmaktır. Nihayetinde bu temelin insanın akıllı bir varlık olması kabulüne dayandığını ve onun bu özelliğiyle diğer tüm canlılardan koparıldığını ileri sürerek, etiğin ancak onun dünyayla bağı gerçekleştirildiğinde mümkün olabileceğini savunacağız.
15. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Çiğdem Yildizdöken Attika Tragedyası ve Felsefe
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Attika topraklarında boy gösteren tragedyalar beslendiği Atina demokratia’sından daha uzun yaşayıp Akropolis’in politik, etik ve ontolojik-egzistansiyal bağlamda sözcüsü olarak klasik Yunan sanatının temelini oluşturmuştur. Bu klasik sanat, insanın hem kendi ne’liğini bulmasında hem de polis’in kendini tanıması ve müdafaasında gerekli unsurları her bir yurttaşa (polites) temin ederek “düşünme”nin yeniden düşünülmesine olanak vermiştir. Kökeni dramalarda temellenen bu “düşünme” physis ve yazılı hukuku, ahlaki değerleri, kültürü de içine alan nomos arasındaki çatışmayı gözler önüne sererken bu çatışmanın üstesinden nasıl gelineceğine dair ulaşılabilecek uzlaşının ne olduğu hususunda da araştırmaya koyulmuştur. Açığa çıkan araştırmada dağ yamacında konumlanan tiyatro sahnesinde (skene) beliren tragedyanın yanında yer alan philosophia olay hallerinin ötesinde tragedyadaki “hakikat” arayışına odaklanmıştır. Bu noktada tragedyada görünür olan hakikat, “acının bilgeliği”nin çağrısına kulak kesilerek yeni dünyanın eski dünya karşısındaki çatışmasında tüm karşıt fenomenleri ile yeniden düşünmeye bizi davet etmektedir. Düşünülen, eski dünyanın physis’inin ananke’si (η αναγκη) karşısında yeni dünyanın anankesidir. Trajik olan tam da bu karşılaşmada kendini ele vermektedir. Görmek-körlük arasında başlayan bu trajik oluş bizi, üstesinden gelmek isteyeceğimiz bir o kadar da vazgeçemeyeceğimiz ve tüm bunlara rağmen daha “yüce”sini isteme doğrultusunda paradoksallığın iyimser kaldığı bir alana sürükleyecektir. Bu bir sürükleyiştir; çünkü çekilen ızdıraplar artık duygu durumu olmaktan çıkarak acısını logos’un huzursuzluğunda açığa çıkarmaktadır. Bu bağlamda düşünmenin huzursuzluğunda gün ışığına çıkan tragedyaya ilişkin ele aldığımız çalışmamız bizi, dramalarla başlayan tragedyanın kaynağının ne olduğuna yönelik soruşturmaya ve tragedyadan felsefi alana geçişe imkân veren öğelerin ne olduğu konusunda araştırmaya götürmektedir. Bu nedenle çalışmamız, trajik düşünmenin görülenmesi uğruna tragedyanın kaynağına inerek felsefede neler olup bittiği üç büyük tragedya ozanını (Aiskhylos, Sophokles, Euripides) göz önünde bulundurmak suretiyle düşüncenin felsefi öğelerini araştırmayı amaçlamaktadır.
16. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Arman Besler Port-Royal Mantığı’nda Tasımsal Geçerliliğin Saptanışı
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Antoine Arnauld ile Pierre Nicole’ün Mantık veya Düşünme Sanatı – daha iyi bilinen takma adıyla Port-Royal Mantığı – kitabı, geleneksel terim mantığının gelişim tarihinde en az iki bakımdan önemli bir aşamayı temsil etmektedir. Birincisi, bu kitap, “eski” mantığı, René Descartes’ın bilgi ve varlık anlayışınca belirlenmiş olan modern felsefeye ayarlı hale getirmekte ve sonraki dönemlerin mantıkçıları için terim mantığının terminolojisini bir dereceye kadar yeniden tanımlamaktadır. (Terminolojiyle ilgili nokta, en belirgin olarak Immanuel Kant’ın mantık yazılarında takip edilebilmektedir.) İkincisi ve daha önemlisi, bu kitap, kategorik tasım kuramında geçerlilik denetimi/saptaması için kullanılan ve Aristoteles’e dayanan standart kanıtkuramsal yaklaşım yerine, Ortaçağlarda geliştirilmiş, daha çok semantik yönelimli olduğu söylenebilecek alternatif bir yaklaşımı ana öğreti olarak sunmaktadır. Bu yaklaşımda, geçerli tasım biçimleri, kategorik önermelerde geçen terimlerin semantik bir özelliği olan dağıtım fikrini merkeze alan az sayıda kural yoluyla tespit edilir. Bu yazının asıl amacı semantik yönelimli bu yaklaşımın özünü Port-Royal örneği üzerinden aydınlatmaktır. Öncelikle, Port-Royal mantıkçılarının ilgili kuralları geçerli tasımsal biçimleri saptamak için nasıl uyguladıkları, bağlantılı bazı kavramların ve sorunların ışığında, ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. Sonra da Port-Royal mantıkçılarının (belki de Aristoteles’i izleyerek) altık tasım biçimlerini eleyişlerinin, semantik yönelimli yaklaşımın ruhuna uygun olmayan bir tutum oluşturduğu, dolayısıyla da Port-Royal Mantığı’nın bu yaklaşımın arı olmayan bir örneklemesi olarak görülmesi gerektiği savunulmaktadır.
17. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Refik Güremen Phaidon’da Ruhun Ölümsüzlüğü: Karşıtların Döngüselliği Argümanı (70C-72A)
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bu yazı, Phaidon diyaloğunda Sokrates’in ruhun ölümsüzlüğünü ispatlamak için öne sürdüğü argümanlardan biri olan Karşıtların Döngüselliği argümanını değerlendirmektedir. Argümanın merkez terimleri olan “yaşıyor olma” ve “ölü olma”nın argüman boyunca aldığı ya da alabileceği çeşitli anlamlar göz önüne alınarak dört itiraz öne sürülmektedir. Bu iki terimin alabileceği farklı anlamlar, öznenin “beden” ya da “ruh” olarak alınmasına göre farklılık göstermektedir. Yazıda, bu terimlerin alabileceği anlamların hiçbirinde Karşıtların Döngüselliği argümanının başarılı sayılamayacağı yani ruhun ölümsüzlüğünü ispatlayamadığı ileri sürülmüştür. Argümandaki temel sorun, ruhun yaşıyor olması ve ölü olmasının döngüselliğe izin veren bir karşıtlık oluşturacak şekilde kullanılamamasıdır.
18. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
S. Atakan Altinörs Yeniçağ’daki Spiritüel Cevher Anlayışına De La Mettrie’nin İtirazı
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Yeniçağ felsefesinde spiritüel cevher, Descartes gibi düalist ya da Berkeley gibi immateryalist filozoflar tarafından savunulduğu kadar, maddî dünyanın mevcudiyetini kerhen tasdik eden Leibniz ve Malebranche gibi filozoflarca da savunulmuş bir görüştür. Düalistler nezdinde fiziksel-maddî cevher ile birlikte mevcut, ama mahiyeti bakımından ondan kökten farklı addedilen; Leibniz ile Malebranche içinse “fiziksel” denen fenomenlerin dayanağı olan spiritüel bir substratum faraziyesi, Hıristiyanlığın resmî öğretisine uygun düşmesi itibariyle çok sayıda taraftar bulmuştur. Böylece, düşünme, hissetme, irade gibi yetilere sahip ve uzamlı olmayan spiritüel cevher, söz konusu yetilerden yoksun ve uzamlı maddî cevher karşısında yüceltilmiş ve kutsanmıştır. Bu anlayış, düşünce tarihinin farklı dönemlerinde olduğu gibi, anti-tezine eleştirel hareket noktası sağlamıştır ve böylece yegâne cevherin maddî olduğunu savunan bir grup Yeniçağ filozofu sahneye çıkmıştır. Hobbes ve Locke gibi dinibütün görünen materyalistlerden bir asır sonra, Aydınlanma döneminde çok sayıda filozof dinsel dogmaların insan aklının önünde engel teşkil ettiğini savunarak materyalist ve ateist bir tavır takınacaktır. Makalemizde, “Fransız materyalistleri” diye anılanların öncüsü De La Mettrie’nin spiritüel cevhere itirazını inceledik. De La Mettrie “ruh” adlandırmasının, hakkında hiçbir ideaya sahip bulunmadığımız boş bir terimden ibaret olduğunu savunur. Ona göre bizlerdeki düşünen kısmı kastetmek üzere kullanılan bu sözümona “ruh”a atfedilen bütün yetiler de aslında beynin ve bedenin organlaşmasına tâbidir. Dolayısıyla da duyumsayan varlık neticede, düalistlerin ve spiritüalist monistlerin savunduğunun aksine, organlaşmış maddedir. Böylece madde, De La Mettrie’nin nezdinde var olan tek cevherdir.
19. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Özlem Derin Kadavranın Donuk Metamorfozunda İzler Bakış ve Müstehcen-Bakış
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Kadavranın yaşam ve ölüm arasındaki anlamsız, tanımsız ve belirsiz konumuna odaklanan bu metin; karşılıklı ilişkiyle belirlenen gündelik yaşamın içindeki ben, öteki, ben-olmayan ilişkisini temel almaktadır. Ölü bedenin bozulma ve çürüme evresi, bir yandan kaçınılan bir iğrençliği açığa çıkarırken diğer yandan da bozulmanın, içte olanın-dışa taşmasının tuhaf çekiciliği kendisiyle karşı karşıya kalan kişinin bakışını avlamaktadır. Toplumda ben ve öteki arasında bir kontrol mekanizması olarak açığa çıkan izler-bakış, kadavra/ben’in yabancısı/canavarımsı olanla olan karşılaşmasında müstehcen-bakışa evrilmektedir. Julia Kristeva’nın, Abject (İğrenç) kavramının ben ve öteki, ben ve ben’i dışlayan kadavra anlayışı üzerinden ilerleyen düşünsel süreç, İvana Bašić’in “Abject Art” çalışmalarından örneklemelerle sürdürülecektir. Bu noktada esas amaç iğrencin yaşamdaki karşılığının ölüm ve sanatla olan ilişkisinin ne denli müstehcenlik yarattığı ve kendine yabancılaşmış olan insanın mevcut sınırları aşmasında benzer etkiyi yarattığının sergilenmesidir. Ölüm ve çürümenin getirdiği donuk metamorfoz hali, Bašić’in çalışmalarındaki kaygan ve sümüksü dokunun insan-canavar arası bir metamorfoz geçişini sergilemesiyle eş hale gelmekte ve tanımsız ve anlamsız olan yaşamın içine tehditkâr biçimde yerleşmektedir.
20. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Melike Molaci Stoacı Alegori: Herakles ve İşleri
abstract | view |  rights & permissions | cited by
Bir metnin alegoriler, semboller ya da mecazlar aracılığıyla söylediğini gizlemesi ya da söylediğinden başkasını söylemek istemesi, hakikatin doğrudan anlaşılamayacağını ya da aktarılamayacağını gösterir. Hermenuetik tarihinde alegorik yorumun üstünlüğünü vurgulayan ve onu düzanlama mahkûm etmeyen pek çok örneğe rastlanır. Alegorileri bir araç, alegorik yorumu da bir yöntem olarak benimseyen bu örneklerin en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz bu çalışmanın konusunu oluşturan Stoacılardır. Alegorilere olan yaklaşımları ve alegorik yorumu bir yöntem olarak kullanmalarıyla hermenuetik tarihinde önemli bir yer işgal eden Stoacılar, kadim metinlerde kullanılan alegorilerin söylediklerinden ötesini imlediklerini ve şairle filozofun aslında birbirinden çok da farklı olmadıklarını düşünürler. Mitoslara dair yorumlarıyla hem felsefi kuramlarını temellendirmeyi hem de bu kuramlar aracılığıyla geleneğe yönelik eleştirileri ortadan kaldırmayı amaçlayan Stoacılar, geleneksel imgeleri de belirli bakımlardan dönüştürürler. Alegorilerin felsefi bir araç olarak nasıl kullanıldığı, temellendirmelerde onlardan ne ölçüde yararlanıldığı, alegorik yorum ile neyin amaçlandığı ve geleneksel imgelerin nasıl dönüştürülebileceği, Stoacıların alegorik yoruma ilişkin yaklaşımlarında dikkate aldıkları hususlardır. Alegorik yorumun pek çok probleme cevap veren özgün bir yöntem olduğu öncülünden hareket eden bu yazıda, Stoacıların alegorik yorum etkinlikleri, geleneksel bir imgenin dönüşümü aracılığıyla tartışılmakta ve alegorinin üçlü işlevi temellendirilmeye çalışılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda mitosların, tragedyaların ve komedyaların eşsiz kahramanı Herakles’e dair Stoacı alegorik yorum örnekleri, alegorinin işlevi, anlamı ve kapsamıyla ilgisinde ele alınmaktadır. Bu iddia, izlek ve amaç doğrultusunda çalışmada ilkin Stoacılık öncesi mitoslarda, tragedyalarda ve felsefi metinlerde Herakles’in nasıl alımlandığı incelenmekte, ardından Stoacıların semboller ve metaforları kullanarak Herakles’in çoklu kişiliklerini felsefi açından nasıl yorumladıkları ve bu imgeyi nasıl dönüştürdükleri tartışılmaktadır.