Displaying: 61-80 of 94 documents

0.213 sec

61. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Sibel Kibar Açık Sınırlar mı Kapalı Sınırlar mı: İşte Bütün Mesele Bu Mu?
abstract | view |  rights & permissions
Bu çalışma, son yıllarda muazzam düzeyde artan göç dalgalarıyla ve göçmenlik talepleriyle yaşanan insanlık krizine yönelik üretilen felsefi argümanları değerlendirmekte ve eksiklerini sergilemektedir. Felsefecilerden Carens, Kukathas, Wilcox ve Blake gibi bazıları sınırların zor durumdaki göçmenlerin tamamına açılması gerektiğini savunurken; Miller, Wellman, Rawls, Kymlicka ve Walzer gibi diğer düşünürler, devletlerin de hakları olduğunu ve dilediğinde sınırlarını dilediği göçmenlere veya mültecilere kapatabileceğini savunurlar. Pogge ve Wellman, yoksul, siyasi baskı altında ve/veya savaş koşullarında yaşayan insanlara sınırların dışında yardım etme ödevini gerekçelendirirler. Esasen liberal eşitlikçi adalet kuramcılarının çoğu, göç konusunda koşulsuz şartsız sınırların açılması tezini savunamamaktadırlar zira göç olgusu ulusal düzeyde adaletin nasıl dağıtılacağından çok daha çetrefilli bir konudur. Bu çalışmada, sınırların göçmenlere açılması, sınır kontrolünün devletin hakkı olduğu ve sınırların dışındaki tahakkümün engellenmesi olarak adlandırılabilecek yaklaşımların argümanları değerlendirilerek; sınırların açılması talebinin hem göçmenler hem de mevcut vatandaşlar açısından pek çok olası tehlikeyi (aracı mafyatik sektörlerin doğması ve beslenmesi, güvenlik tehdidi, açlık, yoksulluk, işsizlik, kamusal yaşama aktif katılamama vb.) göz ardı ettiğini vurgulanmaktadır. Öte yandan, sınırların göçmenlere kapatılması yaklaşımı ise, göç edilmek istenilen ülkelerin savaşlardaki ve küresel yoksulluktaki payını görmezden gelerek, mültecilerin ve göçmenlerin yaşam hakkını hiçe sayar. Sınırların açılmaması gerektiğini savunanlardan Wellman ve Pogge tahakküm olgusuna dikkat çekerek, sınırların dışındakilere maddi ve teknik yardım sağlayarak ve askeri müdahaleyle tahakkümün önlenmesi gerektiğini savunurlar. Bu çalışmada, tahakküm altındaki ve özellikle ölüm kalım savaşı veren insanlara karşı ahlaki olarak yükümlü olduğumuz ama bu ahlaki yükümlülüğün içeriğinin ve kapsamının sınırların iki tarafındaki tahakküm ilişkilerini göz önünde bulundurarak belirlenmesi gerektiği ortaya konulmaktadır. Göç olgusu ve göçmenlerin maruz kaldıkları tahakküm ve temel insan hakları ihlalleri, bir tarafta egemen devletlerin hakları diğer tarafta mültecilerin veya göçmenlerin yaşama hakkı ikileminden farklı bir düzlemde tartışılmalıdır. Tahakkümü önleyecek kalıcı mekanizmalar yaratılmadan, göçmenleri içeride de dışarıda da ölümden daha ciddi tehlikeler beklemektedir.
62. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Mustafa Çağlar Atmaca Mikhail Bakhtin’in Ütopik Materyalizmi: Karnaval ve Diyalog Bağlamında Kairolojik Bir Zaman Kavramsallaştırması
abstract | view |  rights & permissions
Bu yazıda Rus filozof Mikhail Bakhtin’in, özellikle karnaval, diyaloji ve grotesk realizm kavramları çerçevesinde, toplumsal ve politik tahayyülüne dair bir tartışma yürütülmeye çalışılmış ve bu kavramların politik içerimlerinin esasen zamansal olarak yüklü olduğu iddia edilmiştir. Bu bağlamda, antik Yunan’daki iki farklı kronolojik (khronos) ve kairolojik (kairos) zaman anlayışı üzerinden, Bakhtin’in zaman ve tarihi politik bir zeminde, karnaval, diyaloji ve grotesk realizm kavramsallaştırması çerçevesinde nasıl ele aldığı gösterilmiştir. Bakhtin’in kronolojik, lineer ve ereksel bir tarih anlayışı karşısında kairolojik bir zamansallık, lineer ve ereksel olmayan bir tarih anlayışı ortaya koyduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bu açıdan Bakhtin’in ütopik bir materyalizmi savunduğu, karnaval, diyaloji ve grotesk realizm kavramlarının da esasen ütopik bir materyalizme ve bir eşik-zamana işaret ettiği ortaya konmaya çalışılmıştır.
63. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Aysun Aydin Merleau-Ponty’nin Bedenlenme Fenomenolojisi: Bilinç ve Beden Bütünlüğü
abstract | view |  rights & permissions
Bu çalışmanın amacı Fransız düşünür Maurice Merleau-Ponty’nin fenomenolojik yaklaşımını bir bedenlenme teorisi olarak ele almak ve düşünürün kavramsal çerçevesini bedenlenmiş özne ya da bedenlenmiş bilinç kavramı bağlamında sunmaktır. Merleau-Ponty’nin felsefesi öznenin dünya ile ilişkisini algı fenomenolojisi temelinde sunan ve bu noktada algının öznenin bedenselliğinden bağımsız değerlendirilemeyeceğini, algının öznenin bu dünyada bedenli bulunuşuna ait olduğunu söyler. Bu bağlamda düşünür algı zemininde bir beden fenomenolojisi sunar. Merleau-Ponty’nin kendisinin de sıklıkla dile getirdiği gibi, düşünürün bu yaklaşımı geleneksel felsefenin epistemolojik ve ontolojik ayrımlarına, özne ve düşünme süreçlerine dair tanımlamalarına bir karşı çıkıştır. Bununla birlikte, çağdaş ontolojik tartışmalarda, düşünürün felsefesi ve sözü edilen bağlamda sunduğu bedenlenme kavramsallaştırması felsefenin farklı alanlarında ilgi görmekte ve bu tartışmalardaki bedenlenme teorileri arasında yer almaktadır. Bu bağlamda, bu çalışmanın amacı, Merleau-Ponty’nin bedenlenme fenomenolojisini bilinç-beden bütünlüğü kavramı çerçevesinde ele almak ve düşünürün felsefesini geleneksel düalizmlere ve bu düalizmlerin çağdaş felsefedeki yansımalarına bir karşı çıkış olarak değerlendirmektir.
64. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
İsmail Serin Adorno’nun Bilgi Kuramı Eleştirisinde Husserl Fenomenolojisinin Yeri
abstract | view |  rights & permissions
Yalnızca özgürlüğün ön koşul olduğu eleştirel düşünmenin sağlam bir temele ihtiyacı vardır. Klasik modern felsefenin bu temeli artan bir ilgiyle bilimde bulacağına duyduğu inanç, bilgi kuramını felsefe için hayati değerde bir alan haline getirmiştir. Bu çerçevede bir yandan deneycilerin öte yandan akılcıların ortaya koydukları fikirler aynı temel soruya yanıt verme amacını taşısalar da çözümlerinin birbirleriyle uzlaşmaz oldukları iyi bilinir. Descartes’tan bu yana çok değişmeyen felsefenin Janus yüzlü bu halini kalıcı bir çözüme kavuşturmak isteyen filozoflardan birisi de Husserl olmuştur. Husserl’in fenonomenolojik yaklaşımının bilgi kuramının doğasına yönelik tespitleri Adorno’nun ilgisini çekmiştir. Husserl’in açık seçik sağlam bir temel arayışının fenomenolojik bir çözümlemeyle nasıl olumlu sonuçlandırılabileceği büyük bir sorundur. Bu yazıda Adorno’nun; mantığın kuşku götürmez oluşunu örnek alsak bile sonsuz bir döngüye kapılmadan Husserl’in felsefeye uygun bir temel kuramayacağını öne sürdüğünü göstereceğiz. Husserl’in fenomenolojik yaklaşımından kaynaklanan tutarlı bir bilgi kuramına, yine Husserl’in betimlediği “bunalım” nedeniyle olanak kalmamıştır. Artık bilgi kuramının içinde kalmanın felsefece bir değeri yoktur; bilgi kuramını modern felsefenin ana konusu haline getiren koşulların ele alınması öncelik taşımaktadır. Adorno bu önceliğin, Husserl felsefesinde gözetilmeyişinin, onun hem kaçınılmaz bir sonucu hem de zorunlu bir başlangıcı olduğunu düşünür.
65. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Arman Besler Port-Royal Mantığı’nda Tasımsal Geçerliliğin Saptanışı
abstract | view |  rights & permissions
Antoine Arnauld ile Pierre Nicole’ün Mantık veya Düşünme Sanatı – daha iyi bilinen takma adıyla Port-Royal Mantığı – kitabı, geleneksel terim mantığının gelişim tarihinde en az iki bakımdan önemli bir aşamayı temsil etmektedir. Birincisi, bu kitap, “eski” mantığı, René Descartes’ın bilgi ve varlık anlayışınca belirlenmiş olan modern felsefeye ayarlı hale getirmekte ve sonraki dönemlerin mantıkçıları için terim mantığının terminolojisini bir dereceye kadar yeniden tanımlamaktadır. (Terminolojiyle ilgili nokta, en belirgin olarak Immanuel Kant’ın mantık yazılarında takip edilebilmektedir.) İkincisi ve daha önemlisi, bu kitap, kategorik tasım kuramında geçerlilik denetimi/saptaması için kullanılan ve Aristoteles’e dayanan standart kanıtkuramsal yaklaşım yerine, Ortaçağlarda geliştirilmiş, daha çok semantik yönelimli olduğu söylenebilecek alternatif bir yaklaşımı ana öğreti olarak sunmaktadır. Bu yaklaşımda, geçerli tasım biçimleri, kategorik önermelerde geçen terimlerin semantik bir özelliği olan dağıtım fikrini merkeze alan az sayıda kural yoluyla tespit edilir. Bu yazının asıl amacı semantik yönelimli bu yaklaşımın özünü Port-Royal örneği üzerinden aydınlatmaktır. Öncelikle, Port-Royal mantıkçılarının ilgili kuralları geçerli tasımsal biçimleri saptamak için nasıl uyguladıkları, bağlantılı bazı kavramların ve sorunların ışığında, ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. Sonra da Port-Royal mantıkçılarının (belki de Aristoteles’i izleyerek) altık tasım biçimlerini eleyişlerinin, semantik yönelimli yaklaşımın ruhuna uygun olmayan bir tutum oluşturduğu, dolayısıyla da Port-Royal Mantığı’nın bu yaklaşımın arı olmayan bir örneklemesi olarak görülmesi gerektiği savunulmaktadır.
66. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
S. Atakan Altinörs Yeniçağ’daki Spiritüel Cevher Anlayışına De La Mettrie’nin İtirazı
abstract | view |  rights & permissions
Yeniçağ felsefesinde spiritüel cevher, Descartes gibi düalist ya da Berkeley gibi immateryalist filozoflar tarafından savunulduğu kadar, maddî dünyanın mevcudiyetini kerhen tasdik eden Leibniz ve Malebranche gibi filozoflarca da savunulmuş bir görüştür. Düalistler nezdinde fiziksel-maddî cevher ile birlikte mevcut, ama mahiyeti bakımından ondan kökten farklı addedilen; Leibniz ile Malebranche içinse “fiziksel” denen fenomenlerin dayanağı olan spiritüel bir substratum faraziyesi, Hıristiyanlığın resmî öğretisine uygun düşmesi itibariyle çok sayıda taraftar bulmuştur. Böylece, düşünme, hissetme, irade gibi yetilere sahip ve uzamlı olmayan spiritüel cevher, söz konusu yetilerden yoksun ve uzamlı maddî cevher karşısında yüceltilmiş ve kutsanmıştır. Bu anlayış, düşünce tarihinin farklı dönemlerinde olduğu gibi, anti-tezine eleştirel hareket noktası sağlamıştır ve böylece yegâne cevherin maddî olduğunu savunan bir grup Yeniçağ filozofu sahneye çıkmıştır. Hobbes ve Locke gibi dinibütün görünen materyalistlerden bir asır sonra, Aydınlanma döneminde çok sayıda filozof dinsel dogmaların insan aklının önünde engel teşkil ettiğini savunarak materyalist ve ateist bir tavır takınacaktır. Makalemizde, “Fransız materyalistleri” diye anılanların öncüsü De La Mettrie’nin spiritüel cevhere itirazını inceledik. De La Mettrie “ruh” adlandırmasının, hakkında hiçbir ideaya sahip bulunmadığımız boş bir terimden ibaret olduğunu savunur. Ona göre bizlerdeki düşünen kısmı kastetmek üzere kullanılan bu sözümona “ruh”a atfedilen bütün yetiler de aslında beynin ve bedenin organlaşmasına tâbidir. Dolayısıyla da duyumsayan varlık neticede, düalistlerin ve spiritüalist monistlerin savunduğunun aksine, organlaşmış maddedir. Böylece madde, De La Mettrie’nin nezdinde var olan tek cevherdir.
67. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Refik Güremen Phaidon’da Ruhun Ölümsüzlüğü: Karşıtların Döngüselliği Argümanı (70C-72A)
abstract | view |  rights & permissions
Bu yazı, Phaidon diyaloğunda Sokrates’in ruhun ölümsüzlüğünü ispatlamak için öne sürdüğü argümanlardan biri olan Karşıtların Döngüselliği argümanını değerlendirmektedir. Argümanın merkez terimleri olan “yaşıyor olma” ve “ölü olma”nın argüman boyunca aldığı ya da alabileceği çeşitli anlamlar göz önüne alınarak dört itiraz öne sürülmektedir. Bu iki terimin alabileceği farklı anlamlar, öznenin “beden” ya da “ruh” olarak alınmasına göre farklılık göstermektedir. Yazıda, bu terimlerin alabileceği anlamların hiçbirinde Karşıtların Döngüselliği argümanının başarılı sayılamayacağı yani ruhun ölümsüzlüğünü ispatlayamadığı ileri sürülmüştür. Argümandaki temel sorun, ruhun yaşıyor olması ve ölü olmasının döngüselliğe izin veren bir karşıtlık oluşturacak şekilde kullanılamamasıdır.
68. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Özlem Derin Kadavranın Donuk Metamorfozunda İzler Bakış ve Müstehcen-Bakış
abstract | view |  rights & permissions
Kadavranın yaşam ve ölüm arasındaki anlamsız, tanımsız ve belirsiz konumuna odaklanan bu metin; karşılıklı ilişkiyle belirlenen gündelik yaşamın içindeki ben, öteki, ben-olmayan ilişkisini temel almaktadır. Ölü bedenin bozulma ve çürüme evresi, bir yandan kaçınılan bir iğrençliği açığa çıkarırken diğer yandan da bozulmanın, içte olanın-dışa taşmasının tuhaf çekiciliği kendisiyle karşı karşıya kalan kişinin bakışını avlamaktadır. Toplumda ben ve öteki arasında bir kontrol mekanizması olarak açığa çıkan izler-bakış, kadavra/ben’in yabancısı/canavarımsı olanla olan karşılaşmasında müstehcen-bakışa evrilmektedir. Julia Kristeva’nın, Abject (İğrenç) kavramının ben ve öteki, ben ve ben’i dışlayan kadavra anlayışı üzerinden ilerleyen düşünsel süreç, İvana Bašić’in “Abject Art” çalışmalarından örneklemelerle sürdürülecektir. Bu noktada esas amaç iğrencin yaşamdaki karşılığının ölüm ve sanatla olan ilişkisinin ne denli müstehcenlik yarattığı ve kendine yabancılaşmış olan insanın mevcut sınırları aşmasında benzer etkiyi yarattığının sergilenmesidir. Ölüm ve çürümenin getirdiği donuk metamorfoz hali, Bašić’in çalışmalarındaki kaygan ve sümüksü dokunun insan-canavar arası bir metamorfoz geçişini sergilemesiyle eş hale gelmekte ve tanımsız ve anlamsız olan yaşamın içine tehditkâr biçimde yerleşmektedir.
69. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Serpil Durğun Feminist Tarihyazımında Soykütüksel Yaklaşım: Eleştirel Tarih
abstract | view |  rights & permissions
Amerikalı feminist tarihçi Joan Wallach Scott kadın deneyimlerine yer vermeyen ideolojik, kısmi ve çarpık tarihi aşan yeni bir tarihyazımının geliştirilmesini ister. Bu doğrultuda Scott, toplumsal yapıdaki ayrışma ve hiyerarşi kategorilerinden biri olarak ele alınan toplumsal cinsiyet kategorisinin, sınıf, ırk, etnik köken gibi diğer hiyerarşi kategorilerini de kapsayacak şekilde yeniden tanımlanmasını önerir. Tarihi, zamansız olma iddiasındaki düşünceleri sorgulamamızı sağlayan ve böylece değişim hakkında düşünme imkânının yolunu açan bir disiplin olarak gören Scott, bu görüşünü özgürleştirici ancak sabit olmayan eleştirel tarih projesi olarak adlandırır. Söz konusu proje, Foucault’nun şimdinin tarihi dediği soykütüksel yaklaşıma karşılık gelir. Doğruluğundan şüphe edilmeyen doğal ya da verili olduğu kabul edilen kavram ve kategorilerin soruşturulmasını içeren soykütüksel yaklaşımda tarihsel soruşturmaya şimdiden başlanır. Şimdiden geçmişe belirli bir kırılmaya ya da dönüşüme ulaşıncaya kadar gidilir ve ardından yakalanan kırılma ya da dönüşümün izi takip edilerek şimdiye gelinir. Böylece, insanın kendisini tanımasını sağlayacak olayların, diğer bir ifadeyle insanın düşündüğü, dile getirdiği, yaptığı şeylerle kendisini bir özne olarak nasıl kurduğuna ilişkin olayların tarihsel bir soruşturmadan geçirilmesi mümkün olur. Bu kapsamda makale, feminist tarihyazımında farklılığın birtakım amaçlara hizmet eden belirli bir tarihsel temsil olarak görülmesinde, Foucault’nun soykütük düşüncesinin yerini anlama amacına yöneliktir.
70. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Melike Molaci Stoacı Alegori: Herakles ve İşleri
abstract | view |  rights & permissions
Bir metnin alegoriler, semboller ya da mecazlar aracılığıyla söylediğini gizlemesi ya da söylediğinden başkasını söylemek istemesi, hakikatin doğrudan anlaşılamayacağını ya da aktarılamayacağını gösterir. Hermenuetik tarihinde alegorik yorumun üstünlüğünü vurgulayan ve onu düzanlama mahkûm etmeyen pek çok örneğe rastlanır. Alegorileri bir araç, alegorik yorumu da bir yöntem olarak benimseyen bu örneklerin en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz bu çalışmanın konusunu oluşturan Stoacılardır. Alegorilere olan yaklaşımları ve alegorik yorumu bir yöntem olarak kullanmalarıyla hermenuetik tarihinde önemli bir yer işgal eden Stoacılar, kadim metinlerde kullanılan alegorilerin söylediklerinden ötesini imlediklerini ve şairle filozofun aslında birbirinden çok da farklı olmadıklarını düşünürler. Mitoslara dair yorumlarıyla hem felsefi kuramlarını temellendirmeyi hem de bu kuramlar aracılığıyla geleneğe yönelik eleştirileri ortadan kaldırmayı amaçlayan Stoacılar, geleneksel imgeleri de belirli bakımlardan dönüştürürler. Alegorilerin felsefi bir araç olarak nasıl kullanıldığı, temellendirmelerde onlardan ne ölçüde yararlanıldığı, alegorik yorum ile neyin amaçlandığı ve geleneksel imgelerin nasıl dönüştürülebileceği, Stoacıların alegorik yoruma ilişkin yaklaşımlarında dikkate aldıkları hususlardır. Alegorik yorumun pek çok probleme cevap veren özgün bir yöntem olduğu öncülünden hareket eden bu yazıda, Stoacıların alegorik yorum etkinlikleri, geleneksel bir imgenin dönüşümü aracılığıyla tartışılmakta ve alegorinin üçlü işlevi temellendirilmeye çalışılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda mitosların, tragedyaların ve komedyaların eşsiz kahramanı Herakles’e dair Stoacı alegorik yorum örnekleri, alegorinin işlevi, anlamı ve kapsamıyla ilgisinde ele alınmaktadır. Bu iddia, izlek ve amaç doğrultusunda çalışmada ilkin Stoacılık öncesi mitoslarda, tragedyalarda ve felsefi metinlerde Herakles’in nasıl alımlandığı incelenmekte, ardından Stoacıların semboller ve metaforları kullanarak Herakles’in çoklu kişiliklerini felsefi açından nasıl yorumladıkları ve bu imgeyi nasıl dönüştürdükleri tartışılmaktadır.
71. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
A. Dinçer Çevik Bilim Felsefesi Bilim Pratiğinden Ne Öğrenebilir?
abstract | view |  rights & permissions
Dünya’da bilim felsefesi çalışmaları büyük oranda “bilim pratiğini” odak noktası haline getirmişken, Türkiye’de zaten çok fazla ilgi görmeyen bilim felsefesi çalışmaları henüz bu değişimi yakalayamamıştır; Türkiye’deki bilim felsefesi çalışmaları daha çok bilim felsefesi tarihi veya bilim tarihi olarak adlandırılabilir. Pratik odaklı bilim felsefesine göre bilimi anlamak için analiz ve kavramların anlamlarını açıklama çabaları gerekli olsa da bu tek başına yeterli değildir. Bilim insanlarının çalışma pratiğini belli bir amaç doğrultusunda, tercihen, felsefecilerin dışarıdan dayattıkları ile değil bilim insanlarının kendileri tarafından belirlenen bir amaç doğrultusunda incelemeleri daha anlamlıdır. Bu makalede bilim felsefesi ve bilim pratiği arasındaki karşılıklı ilişkiyi durum çalışmalarından hareketle inceleyerek ana akım bilim felsefesi yerine bilim pratiğini odağa alan yaklaşımın doğru şekilde kavrandığında yöntem olarak bilim felsefesinin normatif/betimleyici ikileminden bağımsız şekilde ele alınabilmesinin yollarını göstermesi açısından daha verimli olduğunu iddia ediyorum.
72. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Nazım Gökel Nagel’ın Düşüncesinin Öncüleri: Farrell ve Sprigge
abstract | view |  rights & permissions
Thomas Nagel’ın artık bir klasik haline gelmiş olan “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?” (1974) başlıklı makalesinin belki de en önemli etkisi olarak, tabi ki bu dönemdeki benzer sezgilerle hareket eden diğer felsefecilerin de katkılarıyla, bilinç sorununu tekrar ana gündem maddesi haline getirmesi gösterilebilir. Fakat Nagel’ın herhangi bir organizmanın bilinçli bir deneyime sahip olmasını o organizma olmak gibi bir şeyin mevcudiyetine sıkı sıkıya bağladığı meşhur tanımı özgün bir tanım değildir; çünkü bu fikir daha önce Farrell (1950) ve Sprigge (1971) tarafından dile getirilmiştir. Bu makalede, ilk önce Farrell’ın deneyimin niteliklerini reddetme nedenini açıklamaya çalışacağım. İkinci bölümde ise, Sprigge’in düşüncelerini, özellikle bilinç ve ereksel nedenler arasındaki içsel bağı, ana hatlarıyla sunmaya çalışacağım. Böylece, literatürde adları sadece arada sırada dipnotlarda veya kaynak bölümlerinde geçen bu düşünürlerin görüşlerine geniş yer vererek çağdaş zihin felsefesi tarihindeki bir eksikliği kısmen gidermeyi amaçlıyorum. Sonuç bölümünde ise, Farrell, Sprigge ve Nagel’ın görüşlerini karşılaştırarak Nagel’ın (1974) makalesinin, diğer orijinal yanlarının dışında, özellikle hangi noktada çok önemli ve özgün bir tespitte bulunduğunu açıklayacağım.
73. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Yusuf Buhurcu Emmanuel Levinas'ta Komşuluk Kavramı
abstract | view |  rights & permissions
Bu çalışmanın amacı çağdaş Fransız düşünür Emmanuel Levinas’ın komşuluk kavramını açıklamaktır. Bu konu daha önce semavi dinlerde de yer almasına rağmen onu felsefi bir mesele olarak ele alan Emmanuel Levinas olmuştur. Bu nedenle Levinas’ın komşuluk kavramını ve ona temel oluşturan başkalık felsefesini anlamak önem arz etmektedir. Dolayısıyla bu çalışmada öncelikle Levinas’ın komşuluk düşüncesinin temelini oluşturan başkalık düşüncesinin çeşitli veçheleri gösterilecektir. Böylece etiği ontolojiye önceleyen Levinas’ın temel düşüncesine dair bir açıklama da yapılmış olacaktır. Bununla birlikte komşuluk kavramının nasıl olup da etik zemininden varlık alanına ve oradan da siyasete uzanan bir yol izlediği gösterilebilecektir. Levinas’ın felsefesinin değişken ve zorlu yapısı da göz önüne alındığında onun açık bir şekilde izah edilmesi de zorlaşmaktadır. Bu çalışma da bu zorlu ödeve talip olmanın bir sonucu olarak hazırlanmıştır. Böylece, Levinas’ın komşuluk kavramına yönelik sorularının çağdaş felsefeye bir yol göstermesi ümit edilmektedir.
74. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Soner Soysal David Hume’un Beğeni Standardı I: Farklılıklar ve Standart
abstract | view |  rights & permissions
Bu çalışmada David Hume’un, insanların beğenileri arasında var olduğu açık bir şekilde görülen farklılıklara rağmen, beğeninin bir standardının bulunduğuna yönelik iddiası incelenecektir. Hume beğeni standardını, ilk kez, 1757 tarihinde yayımlanan Of the Standart of Taste başlıklı makalesinde ele alır. Hume’un söylediklerini tartışmalı hale getiren iki unsur vardır: Birincisi Hume gibi, deneyimden bilgi edinmenin en önemli olanaklarından biri olan tümevarımsal akıl yürütmenin temellerini sarsan bir eleştiri ortaya koyan deneyci bir filozofun, bir beğeni standardının var olduğunu iddia etmesidir, ikincisiyse, onun bu iddiasını ortaya koyarken başvurduğu yolların tümevarımsal bir akıl yürütme içeriyor gibi görünmesidir. Bu nedenlerle, Hume’un beğeni standardıyla ilgili argümanlarını detaylı bir şekilde incelenmesi amaçlanmıştır. Ancak böylesi bir inceleme kapsamlı bir çalışmayı gerektirdiği için, bu inceleme iki aşama üzerinden gerçekleştirilmiştir. İncelemenin birinci aşaması, şu an karşınızda bulunan bu makale olup, burada Hume’un insanlar arasında beğeni farklılıkları olduğunu açıkça görmesine rağmen, nasıl olup da bir beğeni standardı olduğunu iddia ettiğini ele alınıyor. Hume’un bu beğeni standardının kaynağını nerede gördüğü; beğeni farklılıklarıyla bu standardı nasıl bağdaştırdığı; Hume’un beğeni standardının ortaya çıkmasını sağlayacaklarını iddia ettiği ideal eleştirmenlerin taşıması gerektiğini söylediği niteliklerin neler olduğu ve bunların Hume’un genel felsefi eğilimleriyle ilişkilerinin neler olduğu gibi konular bu makalede ele alınmamış olup, ayrı bir makale olarak sunulacaktır.
75. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Zeynep Savaşçin Kant Felsefesinde Hukuk, Kamusallık ve Yurttaşlık
abstract | view |  rights & permissions
Kant’ın hukuk teorisinin, onun eserleri arasında, özellikle de üç Kritik’e kıyasla, daha az ilgi gören bir alan olduğunu söylemek yanlış olmaz. Oysa Ahlak Metafiziği’nin ilk bölümü tümüyle bu alana ayrılmıştır. “Hukuk Öğretisi” başlığını taşıyan ve hukuku ahlak yasası zemininde pratik aklın a priori ilkelerinin iki alanından biri (diğeri “Erdem Öğretisi”dir) olarak tesis eden bu bölüm, kendi başına ele alındığında, hukukun Kant felsefesindeki ayrıcalıklı yerini fark etmemiz için yeterli olmayabilir. Ancak bu öğretiyi ve aslında ona bir giriş niteliğinde olan “Teori ve Pratik” diye anılan yazıyı siyaset, tarih ve hukuku konu alan diğer kısa yazılarla, özellikle de bu yazılara damgasını vuran refleksif yargılarla ilişkilendirerek okuduğumuzda, hukukun, insanın akıl sahibi ve ahlak yasasına tabi bir varlık olarak kendini, yani özgür varoluşunu gerçekleştirmesi için ne denli vazgeçilmez bir alan açtığını fark ederiz. Bu çalışma böyle bir okumaya dayanarak Kant’ta hukuk öğretisinin, bu öğretide ortaya konan kamusallık ilkesi ve yurttaşlık anlayışının, ahlak felsefesi ve özgürlük problemi açısından merkezi bir öneme sahip olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır.
76. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Demet Kurtoğlu Taşdelen “Nedir?” ve “Nereden/Nasıl Anlarız?” Sorularından Performatif Felsefenin Ürettiği “Devinen Bilgi”ye Doğru
abstract | view |  rights & permissions
Devinen bilgi kavramının araştırılması performatif felsefe araştırma alanı içerisinde verimli olabilecek bir alan açmaktadır. Bu bağlamda, felsefe yapma biçimi için önemli bulduğum üç soru tipini hem ayrı ayrı hem de ilişkileri içerisinde araştırmaya çalışacağım. İlk olarak felsefenin geleneksel olarak kabul edilen “nedir?” soru tipine ilişkin yorumlamamdan yola çıkacak, sonrasında ise nasıl’ın bilgisinden farklı olarak sorduğum “nereden/nasıl anlarız?” soru tipinin Bergsoncu sezgiden zekâya giden yöntemle nasıl pratiğe dönüştürülebileceği üzerinde duracağım. Nedir’li soruların deneyimin içinden ve süreç içerisinde sorulmalarının önemini vurgulayacak ve bizi deneyimin kendisi içerisine yerleştiren “nereden/nasıl anlarız?” soru tipinin “olma haline nasıl geçeriz?” soru tipine nasıl zemin hazırladığını araştıracağım. Nedenleri ve sonuçları tam olarak belirleyip bilemeyeceğimiz, “olma halleri”ne geçebilmek için yaratılan performatif ortamlar aracılığıyla olanakların deneylenmesi sonucu üretilen devinen bir bilgi türünden söz edeceğim. Felsefeye performatiflik içerisinden yaklaştığımızda ve yaratılan olma halleri’ni felsefe yapma biçiminin temeline koyduğumuzda, felsefenin birarada-üretilen bilgi için ortamlar yaratan bir pratiğe dönüştüğünü göstermeye çalışacağım.
77. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Seçil Özdemir Fizik ve Astronomi Bilimlerindeki Gelişmeler Bağlamında Modern Dönem Doğa Tasarımının Oluşumu Üzerine Bir Sorgulama
abstract | view |  rights & permissions
Modern doğa tasarımının oluşumunu Kopernik ile başlatmak gerekmektedir. Çünkü, onun ortaya koyduğu evren tasarımı, Aristoteles’in ve Batlamyus’un düşüncelerine dayalı evren tasarımının eksikliklerine dikkat çektiği gibi, onların tasarımından kaynaklanan insana, doğaya ve evrene ilişkin yerleşik kabullerin değişmesinin ve yeni kabullerin oluşmasının başat nedenidir. Bundan dolayı ileri sürdüğü yeni evren tasarımı ancak Brahe’nin, Galileo’nun, Kepler’in ve Newton’un çalışmalarıyla tamamlanabilmiştir. Bilimsel gelişmeler ve dönemin düşünce yapısı üzerinde durulmuştur. Bu makalenin amacı da sözü edilen bu gelişimi adı geçen bilim insanlarının başarıları ışığında anlattıktan sonra, modern döneme egemen olan doğa tasarımının belirgin bir resmini oluşturmaktır. Resmin bütünüyle fizik ve astronomideki gelişmeler ışığında oluşturulduğuna dikkat edilmelidir.
78. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Aysun Aydin Rawls ve Nozick Bireysel Haklar, Tercihler ve Yetenekler Üzerine
abstract | view |  rights & permissions
Bu çalışmada, John Rawls’un yeniden dağıtım teorisi ile Robert Nozick’in yetkilenme teorisinin bir karşılaştırması sunulacaktır. Bir tarafta Rawls’un hem toplumsal sözleşme teorileri arasındaki yeri bakımından hem de önerdiği yeniden dağıtım teorisi bakımından önemli olan adalet tezi yer alırken; diğer yanda Rawls’a adeta meydan okuyan ve yeniden dağıtım ve sözleşmeyi reddederek bireyi ve bireyin kendi üzerindeki tahakkümünü öne çıkaran Nozick’in yetkilenme teorisi yer alır. İki teoriyi toplumsal işbirliği ve bireycilik, sosyal-dağıtıcı adalet ve bireysel adalet, tercihlere/yeteneklere duyarlılık ve bireysel haklar kavramları bağlamında karşılaştırmak mümkündür. Bu bağlamda, bu çalışmanın amacı iki düşünürün teorilerini hem kendi içlerindeki tutarlılık bakımından değerlendirmek hem de bireysel haklar ve tercihlere/yeteneklere duyarlılık açısından ele almaktır. Bu karşılaştırma iki görüşün toplumun temel yapısını belirleyen kabullerini göstermek ve genel olarak toplumsal birliktelik veya işbirliği ve bireycilik karşıtlığına örnek olması bakımından önemlidir. Aynı zamanda, bu karşılaştırma bireysel hakların ve tercihlerin sınırlarını gösterebilmek açısından da bir öneme sahiptir. Bu amaçla, öncelikle Rawls’un yeniden dağıtım teorisi daha sonra Nozick’in yetkilenme teorisi ele alınacaktır. Son olarak, bireysel hak ve tercihlere/yeteneklere duyarlılık kavramlarının iki düşünürün teorilerindeki yerleri ve kabulleri karşılaştırılarak sunulacaktır. Bu bağlamda, bu konuda görünen karşıtlığın iki teorinin kavramsal arka planları göz önünde bulundurulduğunda tam anlamıyla bir karşıtlık teşkil edip etmediği sorgulanacak ve Nozick’in eleştirilerine karşı Rawls’ın birey ve hak kavramsallaştırmasının tutarlılığı ve uygulanabilirliği savunulacaktır.
79. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 2
Nefise Barak Immanuel Kant’ın Canlı Doğa Sorununa Teleolojik Yaklaşımının İncelenmesi
abstract | view |  rights & permissions
Bu çalışma Immanuel Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi eserinin “Teleolojik Yargı Yetisinin Eleştirisi” bölümünde teleolojinin organik formların açıklanışında nasıl bir rol oynadığını göstermeyi hedeflemektedir. Eserin bu bölümünde canlı doğa sorununu ele alan Kant, mevcut teleolojik açıklama biçimini eleştirerek teleolojiye kendi felsefesi kapsamında yeni bir anlam atfetmiş ve onu zihnin düzenleyici bir ilkesi olarak tayin etmiştir. Böylelikle Kant mekanik doğa tasavvuru içinde organik formların açıklanışının felsefi temellendirmesini çelişkiye düşmeden gerçekleştirebilmiştir. Betimsel bir anlatımla ilerleyecek olan bu çalışmada, öncelikle Kant’ın karşı karşıya kaldığı canlı doğanın Kant için nasıl bir sorun haline geldiği gösterilecektir. Devamında ise sorunun tarihsel art alanı ele alınacak, modern dönem içinde mekanik doğa tasavvurunun nasıl şekillendiğine ve biyoloji alanındaki gelişmelere özellikle Preformasyon ve Epigenesis yaklaşımlarına yer verilecektir. Böylece doğayı mekanik bir biçimde görmenin yetersizliğinin nasıl ortaya çıkardığı gösterilecek ve Gottfried Leibniz’in canlı doğa sorununa dair teleolojik yaklaşımına kısaca değinilecektir. Son olarak Kant düşüncesindeki teleoloji eleştirisi ortaya koyulacak ve Kant’ın organik yapıların açıklanmasına yönelik çözümü ile modern dönemde teleoloji sorununun tarihsel bir değerlendirmesi ele alınacaktır.
80. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 8 > Issue: 1
Çiğdem Yazici Aristoteles’te İyi Yaşam, Kendine Yeterlilik ve Kölelik
abstract | view |  rights & permissions
Aristoteles’in iyi yaşam felsefesi onun siyaset felsefesinde önemli bir yere sahipken, kölelik anlayışıyla çok ilişkili olarak incelenmez. Oysa kölelik anlayışının yakından incelenmesi, onun iyi yaşamı mümkün kılacak bir siyasi yapı olarak kent-devlet teorisinde kilit rol oynadığını gösterir. Politika’da en iyi yaşam olarak gördüğü teorik yaşamı mümkün kılabilmek için kurumsal olarak köleliği adil gösteren bir savunma geliştirir. Bu savunmada kullandığı gerekçelerin odak noktası “kendine yeterliliktir”. Buna göre hem muhakemede hem kendini yönetmede kendi kendisine yeten kişi özgür ve “tam insan” olmuştur, yetemeyen ise yönetilmeye ve köleliğe uygun dolayısıyla “tam olmamış veya tamamlanmamış insandır”. Bu sebeple, makale ilkin iyi yaşamın, ikinci olarak siyasi devlet yaşamının, üçüncü olarak da köleliğin ve özgürlüğün “kendine yeterlilik” ile ilişkisine odaklanarak eleştirel bir inceleme sunar. Bu sayede, Aristoteles’te önceden varsayılan bir doğal kölelik anlayışı olmadığını; mutluluk ve siyasi yaşam ilişkisi adına kurumsal olarak köleliğin gerekliliğini savunduktan sonra, köleliği adil gösterebilmek için zor kullanımı gerektirmeyen “doğal” kölelik anlayışını bilhassa geliştirdiğini görebiliriz. Dahası belli etnik halkların karakter özelliklerine göre köleliğe doğal olarak uygun oldukları fikrini de bu düşüncenin ardından geliştirir. Sonuçta, Aristoteles’in kölelik anlayışındaki etnik ayrımların biyolojik temelli özcü bir ırkçılık ile yapılmasa da insanlığının tam olması için kendi kendine yetmesi beklenen normatif bir insan anlayışıyla yapıldığını söyleyebiliriz.